BERGAMA ZEUS SUNAĞI

Nizami ÇUBUK

Uygarlıklar ülkesi Türkiye… Dünyanın en görkemli anıtlarına ev sahipliği yapmış, güzellikler ülkesi… Anadolu Uygarlıkları’ndan miras kalan anıtlarımızın kimi hala yapıldığı yerde yüzyıllara meydan okuyor. Kimi müzelerde sergileniyor. En acı olanı da, bazıları yurtdışına kaçırılarak yaban ellerde boynu bükük doğduğu topraklara dönmeyi bekliyor. Tıpkı Bergama Zeus Sunağı gibi…

İzmir-Çanakkale yolundan Bergama’ya doğru kıvrılırsanız, bir süre sonra, karşınıza olanca heybetiyle Bergama Akropolü çıkacaktır. Bakırçay Ovasına ve Çandarlı Körfezi’ne hükmeden etkileyici bir görüntü sunarak, yüzyılların ötesinden, Pergamon Krallığı’ndan…

Bergama’nın adı son yıllarda ilginç olaylarla sıkça gündeme geldi. Zeus Sunağı’nı Berlin’den geri getirme kampanyaları, siyanürlü altın çıkarma ve buna karşı yapılan eylemler, Yortanlı Barajı’nın suları altında kalacak olan Allianoi antik kentini kurtarma girişimleri, bunların en başında yer alan olaylar olarak sayılabilir.

Bergama (Pergamon), M.Ö. 263–133 yılları arasında kendi adıyla anılan koca bir krallığa başkentlik yapmış, dünyanın en önemli merkezlerinden biridir. Mısır’da İskenderiye Kütüphanesi’nden sonra ikinci büyük Kütüphane burada kurulmuştur (üçüncüsü de Efes’te Selsus Kütüphanesi). Papirüsden kaynaklanan kâğıt sıkıntısı yüzünden burada (keçi derisinden) üretilen kâğıda; Pergamon’dan esinlenerek Parşömen denilmiştir. Marcus Antonius tarafından, İskenderiye Kütüphanesi’ni yangında kaybeden Kleopatra’ya, gözyaşlarını dindirmek üzere, Bergama Kütüphane’sinin, armağan edildiği bilinen bir öyküdür.

Sağlık Tanrısı Asklepios’un kurduğu ve ölümsüzlüğü öğrettiği sağlık merkezi Asklepeion burada bulunuyor. Bergama, dik ve yüksek bir tepenin akropol (yukarı şehir) olarak mükemmel bir planlamayla düzenlenerek, mimari yapıların araziyle uyumlu bir halde kullanıldığı ender şehircilik örneklerindendir. Miletli Hippodamos’un işlevsel şehircilik anlayışına karşı, estetik kentleşme anlayışının en iyi uygulandığı yerdir. Helenistik Dönemin en dik tiyatrosu burada yapılmıştır. İşte gördüğünüz gibi Bergama’nın özellikleri ve güzellikleri saymakla bitmez. Bu yazıda yalnızca Zeus Sunağı anlatılacağı için diğer ayrıntılar bir başka yazının konusu olsun.

Bergama (Pergamon), tarih öncesinden başlayarak Anadolu Uygarlıkları’nın tüm aşamalarına tanıklık etmiş önemli bir yerleşim yeridir. Tarih öncesinin taş baltaları, Tunç Çağı’nın vazoları… En eski halklardan Luviler ve Mysialılar… Hititler, Frigler ve Lidyalılar… İzmirli Homeros’un Bergamalı nişanlısını görmek için yayan yollara düştüğü günler… Persler ve sonra Büyük İskenderli yıllar… İskender’in ölümünden sonra generalleri arasında paylaşılan mirastan payına Trakya ve Batı Anadolu düşen Lysimakhos dönemi… O’nun Bergama Kalesi’ne komutan atadığı Philetairos’la başlayan yaklaşık 150 yıl süren Pergamon Krallığı dönemi. Daha sonra sırasıyla Roma, Bizans, Selçuklu, Karasioğulları ve Osmanlı Dönemi’nden günümüze kadar süzülüp gelen, uzunca bir tarihsel süreç…

Lysimakhos, hazinesini çok güvendiği Pergamon şehrine ve yöneticilerine teslim ederek seferlere çıkardı. Ne yazık ki Lysimakhos son seferinde ölür ve tüm hazine Pergamonlılara kalır. Bu hazinenin şehrin imarına çok büyük katkısı olduğu söylenir.

Pergamon Helenistik Dönem’in başlarında; önce Lysimakhos ardından Seleukoslar adına şehri yöneten yerel hükümdar Philetarios’un (ölümü M.Ö. 263) kontrolünde kalmış bir kale şehir görünümündeydi. I. Eumenes döneminde (M.Ö. 263–241) tam anlamıyla olmasa da kent bağımsızlığını kazanmaya başlamıştır. Ancak I. Attalos’un (M.Ö. 241–197) Galatları yenmesi ile hanedanlık gerçek bir güce kavuşmuş ve I. Attalos kral payesini alan ilk yönetici olmuştur.

Yeni ortaya çıkan bu genç ve iddialı krallık kendini kanıtlamak için Atina ve İskenderiye ile rekabete başlamıştır. II. Eumenes (M.Ö. 197–159) ve II. Attalos (M.Ö. 159- 139) kültüre, sanata ve bilime büyük paralar harcamışlardır. Heykel yapımına ve kitap yazdırmaya özel bir önem vermişlerdir. Delphoi’deki bilicilik merkezine eğitim için burslu öğrenciler göndermişlerdir. Romalılarla kurulan iyi ilişkiler sonucunda Anadolu’nun büyük bir bölümünün yönetimi Pergamon Krallığı’na verilmiştir.

Son Kral III. Attalos (M.Ö. 139–133) ardında bir mirasçı bırakmadan 133’te ölünce, vasiyetine uyularak Pergamon Krallığı Roma’ya devredilmiştir… Ve böylece Pergamon Krallığı sona ermiştir.

Bunca yaşanmışlıklara tanıklık eden yaşlı Pergamon Akrapolü’ne çıkıyoruz… Tarihin belleği olan yerleri ve eserleri gezmeye, görmeye çıkıyoruz hazır olun!

Aslında antik kenti gezme planı üç bölüme ayırmalıdır; Önce Bergama Müzesi gezilmeli, sonra yukarıya Akropol’e çıkılmalıdır. Dönüşte şehir içinde kalan Kızıl Avlu görülmeli… Ve ardından Dikili çıkışına göre sağda kalan Asklepeion kalıntıları gezilmelidir.

Bergama Akropolü son derece dik bir tepe üzerinde kurulmuştur. Buraya döne döne tırmanan bir yoldan çıkılır. Akropol denilen şehir yerleşiminde kamusal yapılar iç içe kendine özgü bir planlamayla yerleştirilmiştir. İlk çağlardan bu yana iskân yeri olan tepenin en üstünde kraliyet sarayları, sarnıçlar ve cephanelikler yer almaktadır. Aşağı teraslarda TraianusTapınağı, kütüphane ve Athena Tapınağı bulunmaktadır. Bergama’ya doğru bakan alt terasa Zeus Sunağı özenle yerleştirilmiştir. Yan taraftaki Yamaçta tiyatro, alt kesimde ise Gymnasion ve DionysosTapınağı yer almaktadır.

Akropol’ün en görkemli anıtı Zeus (Altarı) Sunağı’dır. Pergamon Kralı II. Eumenes tarafından (M.Ö. 197–159) Galatlara karşı kazanılan zaferin anısına yaptırılmıştır. Sunağın kabartmaları Hellenistik Dönem heykeltıraşlığının başyapıtları arasında sayılmaktadır.

Bir zamanlar Zeus Sunağı, Athena Tapınağı’nın altındaki terasın tam ortasında yükseliyordu… Sunağın dört bir yanı açıktı ve her yerden, hatta uzaklardan çok uzaklardan bile görülebiliyordu…

Bugün Akropol’de yalnız temelleri görülebilen Sunağın tüm mimari parçaları ve kabartmaları Berlin Müzesi’nde aslına yakın bir şekilde tamamlanarak neredeyse yüz yirmi yıldan bu yana sergilenmektedir. Böyle görkemli bir anıta sahip olmanın heyecanıyla, Almanlar o tarihten sonra müzenin adını bile Pergamon Müzesi olarak değiştirmişlerdir.

Zeus Sunağı’nın Berlin’de ne aradığı, yurtdışına nasıl çıkarıldığı ayrı bir tartışma konusu.

Berlin’de Pergamon Müzesi’ne girer girmez ana salonda karşınıza çıkar Sunak…

Tanrılarla Devlerin savaşının anlatıldığı, Gigantlar Sahnesi; Bergamalılar ile ezeli düşmanları Galatlar arasındaki savaşları simgelemektedir. Yıllar önce yapılmış yontular sanki canlıymış gibi gelir izleyicisine… Heykellerin mermerleri bildik bir coğrafyadan; mermere adını veren Marmara Adası’ndan getirilmiştir.

Pergamon’da 1871 yılında yol yapımında görevli genç bir mühendis olan Alman Carl Humann’a, tepedeki kalıntılar arasında çok büyük miktarda taş bulunduğu ve bunların zaten kireç yapımında kullanıldığı söylendiğinde kulaklarına inanamamıştır… Bu taşları Humann’a anlatanlar, heykellerin patetik yüz ifadelerinden (abartılı duyguların yüze yansımasından) o kadar etkilenmiş olmalıdırlar ki; heykel parçalarını “insan suretli taşlar geceleri inim inleyip ağlaşıyorlar” diye tarif etmişlerdir. Arkeoloji meraklısı Carl Humann hemen olayın ne olduğu fark ederek işe başlamıştır. Yol yapımı için duyulan taş ihtiyacı Humann’ın arkeolojik çalışmalar yapmasına yol açmıştır. O tarihten sonra Zeus Sunağı ve Athena Tapınağı giriş kapısı gibi birçok güzel eser ortaya çıkarılarak Almanya’ya götürülmüştür.

Zeus Sunağı’nın bölümleri numaralandırılıp özenle sökülerek, 1886 yılına kadar aralıklarla parça parça Berlin’e taşınmıştır. Taşınma işlemleri sırasında aylarca yıllarca katırlarla, develerle Akropol’den aşağıya indirilmiş, oradan mandaların çektiği kağnılarla Çandarlı Limanı’na götürülmüş, Daha büyük gemilere yüklenmek üzere İzmir Limanı’na taşınmış ve Sonra da Kuzey Denizi’ndeki Limanlara indirilerek demiryoluyla Berlin’e götürülmüştür. Bu yolculuk serüveni yaklaşık on yılı bulmuştur. Sunağın sergilenebilmesi için Berlin Müzesi’nin salonu yeniden düzenlenerek; tavanı yüksek ve camdan bir örtüyle kaplanmıştır.

İkinci Dünya Savaşı’nda müzenin bombardımanlarla yıkılabileceği ihtimaline karşı sökülüp, sığınağa taşındığı ve savaşın bitmesinden sonra da tekrar yerine monte edildiği anlatılır.

Sunak merdivenli bir podyum ve onun üzerine dizilmiş portikli sütun sıralarıyla inşa edilmiş anıtsal bir yapıdır. Merdivenlerden çıkılınca portiklerden geçilerek kapalı bir avluya varılır. Asıl kurbanların kesildiği altar (sunak) da bu kapalı avlunun içinde yer almaktadır. Podyumun dış kısımları Olymposlu Tanrılarla yeraltının Devleri Gigantların savaşını anlatan kabartma sahneleriyle bezenmiştir. Altarlı avlunun iç kısmında ise Attalos hanedanının efsanevi kurucusu Telephos’un hayatını anlatan daha küçük bir friz (kabartma kuşağı) yer almaktadır.

Sunaktaki mimari dekorun ve heykeltıraşlık işlerinin tamamen bitirilemediği anlaşılmaktadır.

Galatları yenen Bergama Kralı II. Eumenes’in zafer sevinciyle Pergamonlu usta heykeltıraşlara yaptırıp Zeus ve Athena’ya adadığı sunak’ta alegorik ve simgesel anlatımlarla betimlenmiş öyküler işlenmiştir.

Tanrıların Devlerle (Gigantlar) savaşı erken dönem Ege Uygarlıklarında çok sevilen bir konu olmuştur. Devler toprak ana Gaia’nın çocuklarıdır. Bunlar tanrıların egemenliğini yok etmeye çalışan, biçimsiz, canavara benzer yaratıkların en eskileridirler. Öte yandan Olymposlu Tanrılar tamamıyla insan şeklinde bilge ve soylu yaratıklar olarak betimlenmişlerdir. Zaferi, ancak bir ölümlünün yardımı ile kazanacaklarını öğrenen tanrılar, Herakles’i yanlarına alarak savaşı kazanmışlardır. İşte bu mitolojik öykü aynı zamanda kazanmanın, zaferin alegorisidir. Galatları yenen Bergamalıların zaferinin simgesel anlatımıdır. Bu anıt da tanrılara, özellikle Zeus’a ve Athena’ya şükran sunusudur.

Gigantlarla savaş sahnesindeki hareketlilik ve duyguların yüze yansıması o kadar etkileyicidir ki, sanki acılı yalvarışları, çığlıkları, öfkeli haykırışları duyar gibi olursunuz… Bu, “Pergamon Baroğunun” en çarpıcı özelliğidir.

Buna karşın Telephos kabartma kuşağındaki sakinliği ilk görüşte hissedersiniz. Diğer krallıklar gibi Bergamalılarda kahraman atalara ihtiyaç duymuşlardır. Telephos buna çok güzel bir örnektir. Güzel prenses Auge, Herakles tarafından baştan çıkarılmış ve bunun sonucunda da Telephos doğmuştur. Günahkâr oldukları düşüncesiyle Telephos doğar doğmaz kendi başına dışarıya, Annesi Auge de küçük bir gemiyle denize bırakılmıştır. Mysia’ya (Bergama’nında içinde bulunduğu bölgeye) gelen Auge oranın kralı Teuthras tarafından himaye edilmiştir. Bu arada dağlardaki Telephos dişi bir geyik tarafından beslenerek büyütülmüştür. Babası Herakles çok zaman sonra onu bularak yanına almıştır. Telephos, annesini bulmaya geldiği Mysia’da; Amazon kraliçesi Hiera ile evlenerek oranın kralı olmuştur. Telephos, Troya Savaşları’na katılmış ve Akhilleus tarafından yaralanmıştır. Akhilleus’un mızrağından yaralandığı için tekrar onun mızrağının pasıyla iyileşmiştir… Bu öykülerin işlendiği kabartmalarda resim sanatının da etkisiyle, yenilik olarak yer ve zaman kavramlarına, doğa betimlemelerine yer verilmiştir.

Ha bu ara unutmadan söyleyelim… Hierapolis’in (Pamukkale) adının da İşte bu Hiera’dan gelme olduğu anlatılır. Carl Humann ve ekibi 1887 yılında Pamukkale’ye de gelmişlerdir. Bu geziyi ölümsüzleştirmek için bugün müze olan hamamın duvarlarına adlarını ve gezinin tarihini kazımışlardır. “Uygar Batının” sanat ve bilim aşkı!… İnsana neler yaptırmıyor ki! Arkeolog olmadıkları halde az gelişmiş ülkelerden eski eser kaçırmayı bilim adamlığı sayan zavallı insancıklar… Heinrich Schliemann da Troya’da aynı şeyi yapmadı mı?

Zeus Sunağı’nı Almanya’ya götüren Akropol’deki kazıların öncüsü Carl Humann’ın mezarı, kendi vasiyeti üzerine Akropol’de bulunmaktadır. Carl Humann götürdüklerinin karşılığında bizimle ödeşmek istiyor sanki… Zeus Sunağı Berlin’de, Carl Humann Bergama topraklarında, Akropol agorasında granit bir lahit içinde küçük bir çam ağacının gölgesinde yatıyor. Hellenistik Dönemin en görkemli yapısından bugün geriye ne kalmış ki… Temellerinden çıkmış fıstık çamlarından başka…

Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında, tarihi eserlerimiz çeşitli ülkelerden gelen “araştırmacılar!” tarafından yağmalanmaya başlamıştır. İrili ufaklı binlerce tarihi eserin yanı sıra Bergama Zeus Sunağı gibi dev yapılarda, bazı Osmanlı padişahlarının desteği ile yurtdışına çıkarılmıştır. Günümüzde tarihsel miras bilincinin biraz olsun artması ile bu eserlerin ilgili ülkelerden iadesi tartışmaları başlamıştır. Bunun uzunca bir süreç olacağı malumdur, en azından bu süre içinde dışarıdaki eserlerin kopyaları, orijinal yerlerine konarak yeniden canlandırılabilir.

Vakti zamanında, Çanakkale ve İzmir çevresinde eski eser yağmacılığı o kadar ayyuka çıkmıştır ki, Assos’tan (Behramkale’den) ve tabiî ki yakınında bulunan Pergamon’dan özellikle yabancılar çok sayıda eski eser kaçırmaktadırlar. Bunlardan rahatsız olan duyarlı yurttaşın birisi zamanın padişahına şikâyet dilekçesi gönderir: “Memleketimizde bulunan asarı atikalarımız (eski eserlerimiz) talan edilmektedir, yağmalanmaktadır…” diye.

Padişah da, buna cevaben bir ferman yayınlar: “Tebaamdaki kullarıma fermanımdır!.. Memlekette taş çoktur. Endişeye mahal yoktur. Asarı atikalarımızdan taş götürmek isteyen ecnebilere (yabancılara) yardımcı oluna…” diye…

Bir cevap yazın