“En çok sesini aradım/ Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hala/ Gözlerini sildi zaman… / Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin…” Eylül’dü-Cemal Süreya
HİLAL IŞIĞINDA SEVİŞEN YER FISTIKLARI
SAVAŞ ÜNLÜ
Kent gri bir örtüyle örtünmeye niyetliydi. Hazırlamıştı kendini. Akşamın alacası sessizlik getirmişti. Güne özgü ne gürültü ne bağırtı…
Güzel güneşli bir günün gecesine doğru ilerliyorlardı. Gündüzden kalma masmavi parlak gökyüzü ile güneş, gecenin sahipleriyle yer değiştiriyordu. Ay çoktan gökte yükselmiş, görünmek için karanlığın çökmesini bekliyordu. Yıldızlar da öyle. Ses seda kesilivermişti. “Her şey ne kadar güzel, büyüleyici!” diye geçirdi kadın içinden. Konuşmak istemişti ki…
“Büyüleyici!”
Vazgeçti, söylemedi. Böylesi çok daha güzeldi. Ellerindeki elleri sıktı. Sımsıcak. Sıcaklık bir gülümseme olarak yayıldı yüzüne. Şimdi önlerinden geçtikleri her şey gülümsüyordu. Gördükleri gerçekti. Hani neredeyse sessizliğin büyüsünü bozacak, soruverecekti erkeğe:
“Gerçek değil mi?”
Vazgeçti, söylemedi. Yürümeye devam ettiler.
Sahil boyu satıcıları kör bir karanlıkta seslerinin yiteceği korkusuyla suskunlar. Çekirdekçi, tepsisi kucağında banka çökmüş. Az ötesinde boyacı çocuk… Falcı kadınların sırnaşıklığı, yapışkanlığı kalmamış; gri bir hüznün suskunluğuyla kör bakışlarla karşıları izliyorlar.
Kadın da erkek de suskun. Yürüdükleri yol boyu gördükleri insanlar da suskun, sessiz. Bu, kadının sevdiği büyüleyici sessizliklerden biri. Herkes ama herkes bu büyüleyici anı en güzel biçimde geçirmek için sözleşmiş gibi. Görünürde yalnızca bedenler var. Gözler kadar düşler de karşı kıyılara, kıyılarda ışıl ışıl parlayan ışıklara uzanıyor. Işıklar sanki, uzaklıkların büyüleyici zamanıyla yakın oluverecekmiş gibi duruyor.
“Büyüleyici! Bunu herkes biliyor ama konuşmuyor.”
Kadın bunları da geçirdi içinden.
“Ya o, o da benim gibi mi düşünüyor?”
Kadın durdu. Erkek de durdu, yüzünü kadına çevirdi. Kadının yüzündeki gülümseme büyüdükçe büyüdü. Erkek düşünceli; küçük bir gülümsemeyle karşılık verdi ona.
“Beni düşünüyor. Bizi düşünüyor. Konuşmuyor.”
Gemiler gidip geliyor. “Telli duvaklı gemiler…” Işıkları denizi ve gökyüzünü aydınlatıyor. Hepsi de ışıl ışıl… Martılar gece mavisine hazır. Yükseklerden geceyi taşıyorlar mavi suya…
Erkek, ışıkları ve parlaklığıyla göz kamaştıran, usul usul koyu lacivert denizde yol alan gemilere dalgın dalgın bakıyordu. Kadın bir an onunla aynı çizgide baktı, sonra da yüzünü erkeğe çevirdi. Sonra kulağına fısıldadı:
-Haydi, yürüyelim.
Baloncu, denize rengarenk balonları yerleştirip atış yaptırmıştı gün boyu, balonları sudan çekiyor. Patlamamış balonlarda görev yapamamanın üzüntüsü… Baloncunun yüzünde günü kurtarmanın kıvancı, içeceği ucuz şarabın özlemiyle kesişiyor. Gün boyu ayakta dikilen baloncu, akşama doğru aldığı biranın son yudumunu içip metal kutuyu denize fırlatıyor. Bir öfke okunuyor atışında. Bu öfke denize, biten biraya olabilir mi?
“Sanırım o baloncu için çok geç. Aslında geç de sayılmaz. Hani istese, istemesini bilse belki… Ona nasıl söyletmeli…”
-Aman Tanrım!
-Ne oldu?
-Yok, yok bir şey, dedi kadın.
-Ne olduğunu ben de öğrenmek istiyorum, dedi erkek.
-Şimdi değil, belki sonra.
-Ne kadar sonra?
-Bilmiyorum, dedi kadın.
Kadın ile erkek yürümeye devam ettiler.
Kadınla erkek on dakikadır yürüyorlar. Tepeden tırnağa ürkeklik kesilmişler. Görünebiliriz korkusu, tedirginliği, ürkekliği… Tüm bunların üzerinde yasak bir sevda…
Yasakları düşündü kadın. Onlara yasak olanları, hak etmedikleri şeyleri. Onları birileri, tanıdık birileri el ele yürürken görse…
“Yan yana yürümemiz bile…”
Bir an kadının içinden bir şeyler koptu. Bir burukluk oturdu yüreğine. Büyü bozuldu, yüzündeki gülümseme, yerini hüzne bıraktı. Elini geri çekmeye çalıştı ama erkek izin vermedi. Elindeki bir tek eli de yitirmek istemiyordu. Acıtırcasına sımsıkı tuttu. Kadının bir anda gözleri buğulandı.
“Seni anlamamış olmayı ne çok isterdim.”
Minicik elleriyle erkeğin ellerini sıktı. Bir süre öyle kaldılar.
Hararetli bir toplantıdan çıktılar. Çıkmak değil yarım bırakıp kaçtılar.
Birkaç saat önce birlikte bir toplantıya girmişlerdi. Aslında kadın girmek istememişti ama erkek onu yanından ayırmak istemiyordu. Şunun şurası birlikte geçirebilecekleri birkaç saatleri vardı.
Yüreklerinde ayların özlemi. Kaçamak telefon konuşmaları, birbirlerine olan özlemlerini, susuzluklarını gidermeye yetmiyordu o sıcaklarda.
Kadın erkeği özlemişti… Birbirlerini özlemişlerdi. Toplantı salonuna birlikte girmişler, yan yana oturmuşlardı.
Toplantı salonunda yan yana oturdular. Dizleri birbirine değip çekiliyordu, yasaklığın hüznünü daha bir ağırlaştırıyordu bu. Kumaş parçaları engeldi ten temasına. Toplantı başkanı, işi bırakma eylemi üzerinde konuşuyordu. Küreselleşme, yeni dünya düzeni, özelleştirme bildikleri konulardı. Dinlemediler. Verilecek on dakika arayı iple çektiler.
Kadın, erkeği rahatsız ettiğini düşünüyordu. Erkeğin dizleri kadının dizlerinin üstüne çıkmış eteğinin… Kadın rahatsız oluyor, geri çekiliyordu.
“Böyle bir yerde de…”
Kadın konuşmaları izlemeye çalışıyor ama yapamıyordu.
“İşi bırakma eylemi.”
“Küreselleşme.”
“Yeni dünya düzeni.”
“Özelleştirme.”
“Ne yapılabilir?”
Erkeğin kulağına doğru eğildi. Fısıldadı.
-Sonra, dedi erkek.
Kadın erkeğin tedirginliğini hissediyor, rahatsız oluyordu.
“Kendimi suçlu hissediyorum.”
Kadın uzak, donuk bakışlarla konuşmaları dinledi. Ara verildiğini bile fark etmemişti. Erkek ayağa kalkmış yüzüne bakıyordu. Erkeğin bakışlarını gülümsemeyle karşıladı, oturduğu yerden kalktı. Dışarı çıktılar.
İki saatlik süreleri vardı. Sahil boyu yürümeye başladılar. Elleri birbirine değince bir yangın tüm bedenlerini sarıyordu. El ele tutuşmak istiyorlardı. Hayır! Bir gören olabilirdi.
Kadın elini uzatıyor, erkeğin elini tutuyor, sonra çekiyordu. Ardından erkek elini uzatıyor, kadının elini tutuyor, sonra çekiyordu. İkisi de tedirgindi. Ama en çok erkek tedirgindi. Çünkü bütün yük, sorumluluk… Erkek değil de sanki kadın eziliyordu bu durumlarından.
“Bir şeyler yapmalıyım.”
Birbirlerinin ellerini bırakmışlardı. Etrafına baktı kadın. Yürümekten, yürümekten çok düşünmekten yorgun düşmüştü. Oturmak istiyordu. Önce oturacak sonra ne yapması gerekiyorsa… Oturacak uygun bir yer…
Yürüyorlardı uygun bir yer için. Satıcıları geçtiler, sahilin en ıssız yerinde kadın erkeğin elini öyle bir kaptı ki, erkek kayıtsız kalamadı. Oracıkta dudaklarına yöneldi kadının. Kaçamağın tedirginliğiyle öpüştüler. Susuzluklarını gidermemişti bu ayak üstü öpüşme.
Kadın durdu. Erkeğin elini öyle bir kaptı ki erkek kayıtsız kalamadı. Kadın dudaklarını erkeğin dudaklarında buldu. Sıcak bir buluşma. Karşı kıyıların uzaklıklarını yakınlaştıran, birbirlerini kendilerine yakınlaştıran, güzel “büyüleyici” bir öpüştü kadının hissettiği. Uzun süre bu öpüşü unutmayacak ve uzun süre sonsuz kere öpecek, her öpüşünde aynı duyguları tadacaktı.
Zorla ayırdılar dudaklarını.
“Kısa da sürse şimdi o yanımda ya.”
Kenetlenen ellerde toplanmıştı tüm güçleri… On dakika öylece yürüdüler. Görünürde kimseler yoktu.
Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Boş bankların dışında…
Banklar ıssızlığın hüznünü paylaşmaya hasret. Davetkâr davetkâr bakıyorlar.
Oturmak istiyordu kadın. Gözleri boş banklardaydı. En uygun, en ıssız olanını seçecekti.
Kadın:
-Bak; şurası sanki bizim için hazırlanmış, dedi.
Adam:
-Doğa ana âşıkların yanındadır. Her şeyi görür, tanık olur, ele vermez. Doğaya güven, insana güvenme.
“İnsana güvenme… Bana bunu kaç kez söyledin. Yine de akıllanmadım ben. Yok yok akıllanacak gibi değilim. Kafam karmakarışık. Ne yapacağımı düşündükçe daha da karışıyor her şey.”
Düşünceleriyle ve erkekle birlikte banka doğru ilerledi kadın.
Kadının gösterdiği bank, ağacın arasına gömülmüştü. Bir korunak gibiydi. Oturdular. Yatağa gömülür gibi gömüldüler ağacın arasındaki banka. Onları kimse göremezdi.
Oturdukları tahta bank bir anda yeşermiş, dal budak salıvermişti. Onlar da yemyeşildi dallarında ağacın.
Oturdukları yerden onları kimse göremezdi. Karşılardaki…
Karşılardaki ışıklar belli belirsizdi. Havadaki grilik koyulaşmış, siyaha dönüşmeye… Martıların çalışması sürüyordu. Oturur oturmaz başlayan öpüşmeler gittikçe koyulaşıyordu. Öpüşüyorlardı ateşli ateşli. Dünya umurlarında değildi. Ne denli öpüşseler de yürek yangınının susuzluğu bir başkaydı.
Yükseklerden martıların kanat sesleri işitiliyordu. Kadın bu seslerin erkeğin yüreğinin sesi olduğunu kalp atışlarının kendisine yakın oluşundan biliyor, sıcaklığını da hissedebiliyordu. Bıraktı kadın kendini. Dudaklarıyla birlikte bıraktı her şeyini. Önceki düşünceler bir başka yerlere gitmiş gibi. Ya da anımsamıyor.
Gecenin yıldızları daha bir parlıyordu sanki ama şimdi onları görmüyordu. Ay hilal, iki ucuna onları almış… Dünyadan, yeryüzünden uzaklaşıvermişti iki kişi.
“İlk kim başladı?” diye geçirdi içinden kadın. Unutmuştu. Erkeğin öpüşleri ona her şeyi unutturmuş, geriye elinde kalan bir tek şimdinin büyüleyici birlikteliğiydi. Tüm sorumluluğu yükü erkek taşıyordu.
“Hak…”
“Yasak…”
“Suçlu…”
“Kime göre…”
“Neler oluyor?”
“Böyle bana?”
-Bana…
Adam elini kadının göğüslerine uzattı, olanca gücüyle sıkıyor, göğüs uçlarıyla parçalarcasına oynuyordu.
Kadın sevdiceğinin parmak uçlarını teninde hissettikçe, kendisini ona bırakıyordu. Bir başka sarhoşluktu yaşadığı kadının. Sanki az sonra yatağına kollarında taşıyacaktı. Tüm bedeni parmakları kadar teniyle de buluşacaktı. Avuçları arasında kalan göğüsleri…
“Bırakma… Beni…”
Parmak uçlarında bir ıslaklık belirdi.
-Canım, dedi adam.
-Sevgilim.
Kadının renkli gözlerini seçiyordu.
-Deniz rengini yitirdi. Gözlerin bir başka güzelleşti. Geceye orman yeşili katıyor o gözler…
Kadının yüzünde erkeğin o güne dek görmediği bir gülümseme belirdi. Gözleri yanı başında olduğu erkeğin gözlerinde, gözbebeklerindeydi.
-Ya senin gözlerindeki ışıltı, onlar değil mi aklımı başımdan alan?
“Gözlerin gözlerime baktıkça güzelleşiyorum. Öptükçe, dokundukça sen bana ben sana… Senin için… Yalnız senin… Sevgilin senin…”
Gökyüzünde yeniayın cılız ışığı salınıyordu. Yıldızlar daha bir güçsüzdü. Kadın bu ışığı seviyordu. Dolunayı gecelerine yakıştıramazdı. O denli aydınlık fazlaydı… Gece dediğin biraz sisli, gizemli olmalıydı.
Kadın bu geceyi sevmişti. Yıldızlar onlardan öyle uzak öyle uzak kalmışlardı ki, kadın erkekle baş başa, yalnızdı. Dolunay bile aralarına girmiyor, girmek istememişti bu gece.
“En çok sevdiğim geceler, bu geceler. Yıldızlar uzak bana, sense yanı başımdasın.”
-Canım.
-…
Yıldızlara baktı kadın, gülümsedi. Erkeğin elleri hâlâ göğüslerindeydi. Kendisini ona bırakmayı ne kadar çok istedi o anda. Yasak, hak, suçlu sözcükleri yine takıldı kafasına. Üç sözcük: yasak, hak, suçlu…
Kadın çantasından yer fıstıkları çıkardı. “Bak bunlar biziz.” demek istedi sustu.
Adamın eli, kadının göğüslerinde. İkisi de alev alev…
Kadın, erkeğin dudaklarından dudaklarını ayırmaya çalışıyor, ama dudaklarına söz geçiremiyordu.
“Kucağına al götür beni…”
Kadın dudaklarını adamın dudaklarından kurtardı.
Kadın içinden geçenleri fark edince dudaklarını çekebildi erkeğin dudaklarından. Üç sözcüktü şimdi kafasının içinde dönüp dolanan.
-Ne istiyorum biliyor musun, dedi.
Kadın, kendisi için en güzel olan şeyi isteyecekti. Hep istediği, hep eksikliğini duyduğu…
-Ne istiyorsun canım, dedi adam.
Erkeğin “canım” demesi onun için yeterdi. Başı hemen omzuna düşüvermişti.
-Sevgilim.
Kadın, sözcüğün anlamından çok erkeğin dudaklarının arasından çıkarkenki güzelliğini seviyordu. İçtenlik…
-Sabaha dek omzunda yatmayı… Hiç uyumayalım öylece kalalım. Sıcaklığını, soluk alıp verişini duyumsayayım yeter.
-Ben istemiyor muyum canım? Öyle bir gece için neler vermezdim?
Kadının dudaklarına buruk bir gülümseme yerleşti.
Kadın çantasından çıkan yer fıstıklarını adama uzattı.
-Bak senin için getirdim. Bizi anlatıyor bu fıstıklar.
Kadın çantasından çıkan yer fıstıklarını erkeğe uzattı. Derin bir soluk aldı. Erkek bir fıstığı eline aldı ve kadına baktı.
-Bir kabuk içinde iki fıstık. Biri sen diğeri ben…
Değişiverdi kadın. Kafasının içinde dolaşan üç sözcük onu rahat bırakmıyordu. Birlikte yaşadıkları saatleri, hatta tüm günü alıp götürecek, silebilecek kadar güçlü üç sözcük… Belki bundan sonraki saatlerini de zindan edecek olan bu üç sözcük olacaktı. Yine uzaklaşmalardaydı. Birlikte yaşadıkları sanki düşler hanesine bırakılmak üzereydi.
-Üç fıstık çıkıyor bazılarından, dedi kadın.
Erkeğin düşüncesini öğrenmeye gereksinimi yoktu aslında. Ama yapabileceği bir şey de yoktu. En azından şimdilik…
-İkili olanları tercih ederim.
Uzaktan pırıltılı görünen gemiler denizin ortasında demir atmış bekliyorlardı.
Fıstıkları kırıp yemeye başladılar. Üçüncü fıstık adamı rahatsız etti. Onu düşünmemeliydi. Yaşadıkları bile bile ladesti.
Karanlıkta görünmeyen martılar çok yükseklerden uçuyor, martıların kanat seslerini işitiyorlardı.
Gökyüzü daha da karardı. Karşı kıyıların cılız ışıkları canlandı. Her yer ışıl ışıldı. Ruhları gönülleri gibi. Mavisini denizden esirgemeyen gökyüzü siyahını da esirgememişti. Siyah sonsuzluğa yıldızlar işleniyordu. Gökyüzünün rengi denize taşınıyordu.
Kadın koyu karanlığa yavaş yavaş alışıyordu. Önceleri ne çok korkardı karanlıktan. Aysız yıldızsız gecelerden… Büyük bir güç onu çekip yutuverir karanlık boşlukta. Anlamazdı nedenini. Hiç aklına da gelmezdi böyle gündüz ve gecelerinde renkli giyinmek ve uzaklaştırmak karanlığı kendine… Ama yok, gökkuşağı giysiler erkeğin verdiği giysilerdi. O giydirmişti.
Kadın çantasından açık mor küçük bir eşarp çıkardı, boynuna bağladı. Gülümsedi gökyüzündeki yıldızlarına. Gökyüzündeki yıldızları ona getirip veriyordu martılar. Martılar…
Gökyüzündeki yıldızlarını martılar denize işliyordu. Yükseliyorlar, yükseliyorlar, bırakıyorlardı kendilerini suya. Gagalarıyla yıldız taşıyorlardı. Sabaha dek sürecek yorucu bir işti yaptıkları.
Erkeğin baktığı gemiler de ışıl ışıldı. Geminin sarı ışıkları karanlık geceyi renkleriyle küçük güneş gibi süslüyordu. Kadın martıları izlemeye koyuldu. Denizin üzeri ışıl ışıldı.
“Martılar gibi, yıldızları toplar benim sevgilim. Yıldızları toplar gökyüzünden bize getirir. Daha güzelleşirim, güzelleşir, güzelleşiriz. Güzelleşir sevgimiz. Minicik kalırım kolları kanatları arasında. Aya çıkartır bizi kanatlarının arasında. Ayın iki ucunda bir erkek, bir de kadın.”
Hilalin cılız ışığı da canlanmıştı. Ruhları daha bir ışıyordu.
Kadın, adamın elini sıktı. Dudakları yine birleşti. İçtiler birbirlerini, susuzlukları daha da artarak.
İçmek kadın için sarhoş olmak demekti. Başı dönmeye başlamıştı işte. Biraz aşktı yudumladığı. Aşkı dudaklarından… Usul usul…
Gitme zamanıydı. Kalktılar. Dudakları ayrımında olmadan yeniden birleşti. Bir iki dakika öylece kaldılar…
“Deniz bir yere gidemez ama yükselir de gelir sevgilim. Sen bir martı, bir rüzgâr gibi kalırsın üzerinde.”
Geldikleri yöne doğru yürümeye başladılar. Yaşadıkları onca yıla karşın, iki genç âşıktı onlar. Dünyanın en mutlu âşığıydılar.
Onlar için hiçbir şey önemli değildi. Aşk galip gelmişti. Düşünmediler başka şeyi. Ne tahkim yasası, ne tütün yasası, ne de küreselleşmenin dayatmaları kendilerini ilgilendirmedi bir iki saatliğine. Bir iki saat sonra nasıl olsa dönülecekti.
Yürüyorlardı sonu olmayan bir yolda, sonsuzlukta. Hiç gelmeyecekti son. Mevsimler gibi olacaktı her şey. Güller açıp solacak, güller açıp solacak ve baharın bayram sevincini sonsuz kez yine yaşayacaklardı.
“Hiç bitmeyecek. Hep sürecek.”
Hilalin cılız ışığı, yakıcı bir güneşe dönüşmüştü. Şimdiye dek öyle bir aydınlığı, ışık, renk yangınını yaşamamışlardı… Şimdiye dek…
Ayrılık zamanıydı.
Yine ayrılık zamanı. Kadın boynundaki açık mor renkli eşarbı çıkardı, uzun saçlarının ucuna bağladı.
Kaç aylık özlemlerinin meyvesi bir avuç yer fıstığıydı. Cebinde bir avuç fıstık…
Dudaklarında öpüş yangınları. Parmak uçlarında büyülü ıslaklığın sıcaklığı…
“Hâlâ sarhoşum senden, dudaklarının dudaklarıma bıraktığı sıcaklıktan, parmak uçlarının tenime dokunuşlarından ve sende benim olan her şeyden…”
Gönülleri, ruhları, sıcaklıkları o bankta kalmıştı. Duyguların kaldığı bir yerde adımlar ne denli taşıyabilirdi insanı. Evlerine boş birer beden taşıdılar. Mutlulukları dorukta; ama mutsuzdular. Çocukların bayram sevinciydi yaşadıkları, ayrılık o sevinci yok etmişti.
Kadın mutluydu erkekle birlikte olduğunda ama mutsuzdu da. Hiçbir şey aynı kalmıyordu çünkü. Eskisi gibi değildi. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Konuşamıyordu. Canı konuşmak istemiyordu. Hatta kadınların neden çok konuştuklarını bile anlar gibi olmuştu.
“Mutlu değilim.”
“Çok konuşmalar erkeklerden kaynaklanıyor olmalı. Sorgulamalarda ayrıntılı bilgiler vermek ve verilen bilgilerin gerçek olduğunu sorulan çelişkili sorularla da doğruluğunu belirtir yanıtlar verebilmek önemli olduğu gibi anlaşılır olabilmek için de bir dünya açıklama yapmak ve çaba harcamak gerekiyordu. Bunu açıklamak için bile ne kadar uzun tümce kurmak zorunda kaldım.”
Artık az konuşur olmuştu kadın. Sık sık kalabalıklardan uzaklaşıyor, sakin bir yerde sessizce bekliyordu. Boğucu havanın gitmesini bekliyordu. Mutlu değildi. Konuşmuyordu. Karşılıklı oturuyorlar, soruları bir iki sözcükle yanıtlıyor, bazen de hiç yanıt vermeden kafasını sallıyordu: -Evet. -Hayır.
Alışılagelmiş konuşmaları yaptılar evlerinde. İşin yoğunluğu, günün yorgunluğuydu konuştukları.
İkisi de bir şeyler paylaşamaz olmuşlardı. Alışılmış olan ne varsa… Kadın adamın gözlerine bakmaya çalışıyor, adam ise gözlerini durmadan kaçırıyordu.
Yeni bir gün başlayacaktı. Uzaklar yakınlaşıyordu kadında. Yakın gibi görünenler ise oldukları yerde, gerçek yerleri olan uzaklarda duruyordu.
Bitirilmesi gereken ne çok iş varmış. Hepsi de teknoloji adına. Bir türlü yetişemediği teknoloji. İlerledikçe gerisinde kaldıkları, kendilerine yabancılaştırdıkları…
Yeni bir gün başlayacaktı. Uzun, çok uzun bir geceyi yaşayacaklarını biliyordu ikisi de…
Yattıklarında düşlere daldılar. Sevişen yer fıstıklarını gördüler. Kendilerini fıstıkların yerine koydular. Sabaha dek seviştiler fıstık kabuğunun içinde. Tek özlemleri bu değil miydi?
Üçüncü, dördüncü fıstıkları görmediler. Kendilerinden başkası yoktu yer fıstığının içinde. Bu yetmişti onlara…
Kendilerinden başka fıstıklar hiç olmadı kabuklarının altında. Yalnızca bir kadın bir erkek vardı bir yer fıstığının içinde. Görebilselerdi…
Her uyanışta yeniden daldılar düşlere. Hem de sabaha dek…
Kadın erkeği düşünüyordu. Kadın kendini düşünüyordu.
“Hani baloncu vardı ya… O hem sen hem de benim. Çok geç değil. Aslında geç de sayılmaz. Hani istesek, istemesini bilsek belki… Bunu nasıl söylemeli, söyletmeli…”
Yasak, hak, suç sözcüklerini düşündü kadın. Kağıttan bir çadır altındaydı. Yağmurlar başlıyordu. Yağmurun altında kâğıt çadırlar ne kadar kalabilirdi ki? Yağmurdan sonra çırılçıplak kalacaktı her yer. Kâğıtlar bozulur, yırtılır, eskir giderdi. Rüzgâr da gelip katardı önüne; savrulur giderdi. Sonra da ne yasak, ne hak, ne de suçlu diye bir şey kalmazdı.
Büyülenmişti kadın. Sarhoştu. Kadının bir anda gözleri buğulandı.
“Burada seni beni anlamamış olmayı ne çok isterdim.”
Uzun saçlarının ucuna bağladığı küçük mor eşarbı hiç çıkarmadı. Mor eşarp her gün güneşin yakıcı alevleriyle yanıyor, rengi gittikçe koyulaşıyordu.
“Buradaki seni beni anlamamış olabilmeyi…”
Kış… Ağaçların dalları çıplak. Düşecek bir yaprak bile kalmamış dallarında. Baharla uyanıyor yaprakların parmak uçları, uzanıyorlar birbirlerine. Aralarında pembe taç yapraklı bahar çiçekleri açtı açacak; müjdecisi sevgililerin.
“Uzaklar yakın oldu sevgilim, geceler bizim gecemiz. Baharın gelmesine ne kaldı şunun şurasında. Kış ortasında, ocak ayında, güneş sıcak, yağmur sıcak… Yüreklerimiz sıcak. Tohumlar uyanmış. Baharlarımız bir başka sevgili. Her mevsim açan çiçekler, kimsenin görüp bilmediği kıyılarında denizlerin. Bilemezler sevgilim, bilemezler. Senden benden başka kimsecikler göremez.”
1992 yılı Samim kocagöz öykü yarışması 2.lik ödülü