1960’lı yıllar… “Yakasına iliştirdiği yasadışı karanfillerle” büyük şiirin tanığı olmak için yola çıkan genç bir şair: Özkan Mert. “Döviz ve pankartlarla solgun yüzlü, bıyıklı adamların arasında, dudaklarında ruj yerine kan taşıyan kadınlarla” kol kola zamanın delice yağan sağanağında “içinden trenler, lokantalar geçen bir dünyanın ortasında menekşeye dönen cabined” nice dostluklar, aşklar damıtmış bir ihtilalciden söz ediyoruz tam olarak. 1969’da aynı kuşağın üç şairiyle birlikte “60 Şiir Kuşağı Manifestosu”na imza atıp ve İkinci Yeni Hareketi’ne karşı “Yeni Toplumcu Şiir”i kuşanıp Brecht’in “sanata propaganda değil; propagandaya sanat” savunusunu eserlerinde yakalayabildiğimiz bir ozanın döneme ve Türk Şiiri’ne etkisi neydi? 21 Ekim 1944’te Erzurum’da doğan Özkan Mert üniversiteyi Ankara’da okurken; ANT, Papirüs, Halkın Dostları gibi dergilerde yer alan “Diren Ey Kalbim”, “Kuracağız Her Şeyi Yeniden” protesto şiirleriyle 68 kuşağı öncülerinin ve devrimci kitlelerin dikkatini üzerine çekmeyi başarmıştır. Şiirleri öylesine etkili olmuştur ki ilk şiir kitabı “Kuracağız Her Şeyi Yeniden” kitap raflarında taze bir ekmek gibi dururken toplatılır. Çok geçmez, 1971 yılında faşist cunta yönetime el koyunca aynı kitabından sıkıyönetim mahkemesince 8 yıl cezaya çarptırılır. Bir yolunu bulup Avrupa’ya kaçan şairin sürgün hayatı böylece başlamış olur. Şaire göre “şiirin coğrafyası hayattır.” Sürgün yaşamına Almanya’nın Germershein kentinde bir dil okulunda öğrencilik yaparak başlayan Özkan Mert bir yandan da kaçak olarak çalışmaya koyulur. Bir yıl geçmeden İsveç’e yerleşen şair gemicilik, aşçılık, çiçek toplayıcılığı, hasta bakıcılığı ve oradan öğretmenliğe kadar uzanan bir dizi işte çalışır. 1981 yılında İsveç Radyosu’nda program yapımcılığı yapan Özkan Mert, 2006 yılında İsveç Devlet Tiyatrosu’nun Uluslararası Kültür ve Tiyatro Projeleri yönetmenliğine getirilir. Lise yıllarımda şiirlerine ilk rastladığımda iyi ve nefes aldıran şiirin kapılarından girdiğimi fark ettiğim şairin bir süre önce Türkiye’ye geldiğini biliyordum. Aklımda çılgın çocuklar gibi zıplayan sorularımla Özkan Mert’in kapısını çaldım. Taşları yerine oturtmak adına bu yazının devamını ozanla yaptığım söyleşiye ayırıyorum: Uzun yıllar süren bir sürgünlük dönemi… Gittiğinizde memleket cunta diktasının çizmeleri altında inliyordu. Geri döndüğünüzde ise bu kez padişah özentisi bir diktatörün hakimiyeti… Faşist diktatörlüklerle büyüyen çocukların mırıldandığı dizelerin şairi hâlâ umutlu mu gelecek güzel günlerden?
“Yıldızların nerede Amsterdam” adlı şiirimde şu dizeler vardır: “Saat kaç olursa olsun. Umut vardır./ Dikkat! Hazin bir aşkın başlangıcıdır belki de bugün/ Hazin de olsa bu aşk, karanlıkta da olsa umut, inan bana/ Kesindir: Hayatı yıkayacağız.” Hayatı pisliklerden, karanlık adamlardan, halkı aldatan, soyan din baronlarından yıkayacağımızdan en küçük kuşkum olmadı. 1968-1969 yıllarında yazdığım “Kuracağız Her şeyi Yeniden, “Diren Ey Kalbim”, “Kahraman Kalbim”, “Hayatımızdan”, “Asyalıyım Fermanlıyım” vb. şiirler 45 yıl sonra bugün yazılmış kadar günceldir ve Gezi olaylarında olduğu gibi direnişin olduğu tüm barikatlarda okunuyor. Özgürlük, barış, yaşam tutkusu, sınıfsız bir toplum düşü benim şiirimde et ve tırnak gibidir, denizde balık neyse ideoloji o’dur şiirimde. Evet! Türkiye bugün çok karanlık bir yerde. İktidarı kaybetmemek için her şeyi yapmaya hazırlar.
Özkan Mert şiirine bakacak olursak… Ataol Behramoğlu sizi de İkinci Yeni’ye dahil etmişti.
Hiçbir zaman İkinci Yeni şairi olmadım. Ben bir yanda Nâzımların, Nerudaların, diğer yanda Fransız, Rus ve İskandinav şairlerinin potasında sözcük dövmüş biriyim. İlk şiirlerimi yazdığım yıllarda bile İkinci Yeni Şiiri’ni tanımadan, “Bir Elma Büyüklüğünde Sakallarım”ı yazmış bir şairim. Birlikte manifesto imzaladığımız bir şairin beni İkinci Yenici görmesi biraz tuhaf. “Diren! Ey Kalbim”, “Kuracağız Her şeyi Yeniden”, “Asyalıyım Fermanlıyım”, “Ben Savaşçı Değil, Gül Yetiştiricisiyim” gibi şiirleri yazan İkinci Yeni şairi gördünüz mü hiç? 60 kuşağı şairleri, sözcükleri hayattan; İkinci Yeni ise, hayatı sözcüklerden çıkardı dersem çok yanlış olmaz. Bence İkinci Yeni’nin en büyük eksikliği içinde insanlığın ayak seslerinin olmayışıdır. Bu arada şunu da söyleyeyim, İkinci Yeni şairleriyle, başta Cemal Süreya, İlhan Berk olmak üzere çok güzel dostluklarımız oldu.
4 genç şair olarak sizinle yaptığımız 50 yıl önceki söyleşiden bu yana akıp giden hayatı nasıl değerlendiriyorsunuz?
1969 yılı sonunda Ant Dergisi’nde yayınlanan “Devrimci Şairler Savaş Açıyor” adlı açık oturum ve ‘60 Şiir Kuşağı Manifestosu’nun hemen ardından yayınlanan ilk şiir kitabım “Kuracağız Her Şeyi Yeniden” çıkar çıkmaz yasaklanmış, toplatılmış ve hakkımda 142/1 maddeden dava açılmıştı. Sivil mahkemede yargılanmaya başlamıştım. Dava daha sonra ‘Sıkı Yönetim Mahkemesine’ devredildi. Tutuksuz yargılanmaya başladım. Avukatım Halit Çelenk’ti. Beni tüm gücüyle savundu, mahkemede şiirlerimi okudu. Vatan, millet, yurtseverlik aşkıyla, özgürlük özlemiyle yanan, tutuşan bu şiirler nasıl suçlu olabilirdi? Şiire kelepçe vurulabilir miydi? Tabi ki bunlar askeri hakimlerin umurunda bile değildi. 1972 güzünde hakkımda karar verilecek son duruşmaya girecektik. Hakimlerin vereceği kararı tahmin etmek güç değildi. Ankara’dan bir otobüse bindim, İstanbul Sirkeci’ye geldim. Cebimde beni ancak Almanya’ya götürecek kadar tren param vardı. Bu parayla beni Germerseim’e kadar götürecek tren biletini aldım.
Aynı dönemde sanatta ve şiirde gelişmeler konusunda düşünceniz ne?
Şiire 60’lı yıllarda İzmir’de başladım. İlk şiirlerimi yayınladığım, gazete ve dergiler: Atila İlhan’ın yönettiği Demokrat İzmir Gazetesi’nin kültür sayfası, Telgraf, Evrim, Devinim, Dönem, Soyut vb. Bu ‘ilk şiirler dönemim’ Mehmet Fuat’ın 1965 Şiir Yıllığında yayınlanan “Bir Elma Büyüklüğünde Sakallarım” adlı şiirimle son bulur. 1967 yılı ortasında üniversite okumak için Ankara’ya geldim. 68 olayları ile birlikte ‘Protesto Şiirleri’ dönemim başlar. “Diren Ey Kalbim”, “Kuracağız Her Şeyi Yeniden”, “Asyalıyım Fermanlıyım”, “Hayatımızdan” vb. Baudlaire, Rimbaud, Blaise Cender gibi şairlerin şiirlerinden de renkler alarak, Nazım Hikmetlerin, Nerudaların, Puşkinlerin toplumsal vurgulu ve renkli şiir geleneğinin kapısını bulduğum bir dönemdir. Halkın Dostları ve Militan Dergilerinde, İkinci Yeni şiiriyle diyalektik bir çatışma içinde yazdığım şiirlerdir bunlar. Bu dönem 1969 yılında Ant Dergisi’nde sizin yönettiğiniz ‘Özkan-İsmet-Ataol-Süreyya Şiir Manifesto’suyla son bulur. Zaten aynı yıl yayınlanan ilk şiir kitabım “Kuracağız Her Şeyi Yeniden” çıkar çıkmaz yasaklanır, toplatılır ve 142/1 maddeden dava açılır.
Bu 50 yıl sizin şiirinize ne gibi bir gelişime yol açtı?
1973 yılında İsveç’e geldim ve bir yazar olarak politik iltica hakkı aldım. Yeni bir ülke, yeni bir kültür ve bu ülkede yaşayan göçmenlerin konuştuğu 77 dil. En az 5 yıl tek bir şiir yazmadım. 5 yıllık bir ‘susuş dönemi’ yaşadım. Dil öğrendim, İsveç ve İskandinav şiiri üzerine yoğunlaştım. Uzun dünya gezileri yaptım, dünya şiirini yakından inceledim. Dünyanın dört bir köşesinden yazar ve şairleri tanıdım. Etkinliklere katıldım. Yaşamımla şiirim hep paralel gitti. Ne yaşadıysam onu yazdım. Bir nehir gibi dünyanın tüm coğrafyalarından geçen, geçtiği her yerden bir şeyler alarak hacmimi arttıran, yatağından taşarak okyanuslara ilerleyen bir ‘NEHİR ŞİİR’.
Peki anlam kapalılığından yola çıkıp ‘Anlamsız şiir’e yönelmeye ne diyeceğiz?
Anlamsız şiir, sözünü ilk kez İlhan Berk attı ortaya sanırım. ‘Anlamsız şiir’ ifadesi kadar kafa karıştıran bir söz yoktur. İlhan Berk sözcükler üzerine kazılar yapan, bir sihirbazın şapkasından tavşan çıkarması gibi sözcüklerin içinden yeni sözcükler ve anlamlar çıkaran bir şairdi. Sözcükleri birbirine kırdıran, anlamları anlamlarla çarparak anlamsızlaştırmayı deneyen bir şairdi. İlhan Berk’in bu estetik çabalarının İkinci Yeni’nin anlam kapalılığı ile bir ilişkisi yoktur. Tabii İkinci Yeni yalnız İlhan Berk değilse… Şairler sözcükleri doğurtur. Bu yüzden bir şiir yalnız anlattıklarıyla değil, anlatmadıklarıyla da vardır. Her şiir, şairinden büyüktür. René Chair da, “Şair, şiirin teferruatıdır.” der.
“Zamandan hızlı, şiir vardır” diyorsunuz. “Allah ve Tango”daki “Ayda marul yetiştiren ilk göçmen ben olacağım” dizeniz geliyor aklıma. Şairin sezgisi dünyadan bağımsız değil gibi. Gerçeklik dediğimiz şeyin aslı astarı nedir?
Nedir gerçekçi şiir? Türkiye’de şiir konusunda insanların kafası karışık. Şiir nedir? Ne değildir? Herkes bildiği üç cümlenin doğru olduğunu sanıyor. AKP döneminde insanın, sanatın değersizleştirilmesi ve meta olarak kullanılması şiiri ayağa düşürdü. Kötü ve yandaş şiir, AKP iktidarının psikolojik ayağı olarak kullanılmaya başlandı. Bu ülkenin aklı başında bilinen entelektüelleri, profesörleri, yazarları AKP iktidarının iyi şeyler de yaptığını konuşmaya başladı. Hitler 6 milyon Yahudi’yi gazladı ama asfalt da yaptı demek gibi bir şey bu. Ne yazık ki bu ülkede devletten bağımsız aydın yetişmedi. Şiir yazmak özgürlüktür.
Gümüşlük’te geçirdiğiniz zaman nasıl? Şu an devam ettiğiniz ya da bitirdiğiniz ne gibi çalışmalar var?
Burada yaşamaktan çok mutluyum. Doğayla iç içe yaşıyorum. En büyük isteğim, her sabah güneşin ışıklarıyla uyanacağım bir köy evinde yaşamaktı. Bu gerçekleşti. Ama bir ayağım her zaman dünyanın herhangi bir köşesinde… Stockholm, Bangkok, Bali, Barcelona… Hazırladığım “Modern İskandinav Şiir Antolojisi” baskıda, şiir severlere yeni yıl hediyem olacak. Yeni bir şiir kitabı hazırlıyorum. Bir Anı/Roman’a başladım. İsveçli drama ustası Lars Loren’in “Anna Petrovskaya’nın Anıları” adlı oyununu İsveççeden Türkçeye çeviriyorum. 3-9 yaşları arasındaki çocuklar için bir çocuk kitabı düşünüyorum. Serap Tamay- İsmet Tezcan Müzik Grubu 10 kadar şiirimi besteledi. Bir şiir albümü çıkaracağız yakında. Bir de büyük bir rüyam var: Tüm şiirlerimden oluşan bir müzikal ve opera… Umarım bu rüyam ben hayatta iken gerçekleşir.
“Yaşarsa havaya sıkılı bir yumruk gibi yaşamalı insan” dizelerinizi mırıldanıp bu içten sohbetiniz için teşekkür ediyorum.
Ben teşekkür ederim.