Ayşıl bir yerlere gidelim. Kaçalım büyük kentten, boğuyor bizi, diyordu. Onlara kimsenin karışmadığı, kimsenin görmediği bir yer olabilirdi. Barış, öyleyse güzü bekleyeceğiz, başka yolu yok. Okullar açılacak, tatilciler sahil yörelerinden ellerini eteklerini çekecekler. Oralar bizi bekleyecek, işte o zaman gideriz…
Tatilcilerin yaz mevsiminde gösteriş için aldıkları, giderken de bırakıp gittikleri kediler, köpekler karşılar, bizleri. Onlarla dostluklar kurarız, insandan daha iyi ve zararsızdırlar. O canlıların önünde uzun bir kış mevsimi olacak. Hiç olmazsa birkaç hafta dostluk kurarız…
Uzun yaz tatili geçti. Sıfatı uzundu, ne çabuk geçmişti aylar. Birbirlerini özlemedikçe kısaydı günler, haftalar, aylar, kısacası zaman. Özlem gelip de takıldı mı belleklerine, yüreklerine, dakika olurdu aylar. Aslına bakılırsa her gün böyleydi özlemsiz aşk mı olurmuş? Bilgisayar üzerinden yazışırlardı. Sözlenecek, yazılacak o denli söz vardı ki… Saatler geçer, söyleyecek sözleri bitmezdi.
Barış yazışmalar uzayınca sorardı.
-Canımın içi, biz ortaokul kaçıncı sınıftaydık?
Ayşıl gülücük emojileri yollardı.
-Seninle aynı sınıfta, ama yan yana oturarak sonsuza dek öğrenci olmaya varım…
Barış:
-Yaşam bir okul değil mi, yaşamda yan yana sonsuzluğa yelken açalım…
Ayşıl:
-Ben yelkenleri seni görünce açmıştım…
Barış:
-Bu sözü duymak, yazdırıp okumak için seni kışkırttım.
Ayşıl:
-Çok hainsin, ama seni seviyorum…
Barış:
-Yelkenleri açtık, kumandayı senin eline bıraktım, nereye götürürsen gideceğiz birlikte…
Eylül ayı girince Barış soluğu Bodrum’un köyünde aldı. Çok severlerdi orayı. Tarım ile hayvancılığın birlikte yapıldığı, turizm olsa da olur, olmasa da olur, derdi köy insanları. Mavi Yolculuk’ta uğrak yeriydi. Tekneler, yatlar, dünyanın tanınmış yüzleri orada bir iki gün kalırlardı.
Ayşıl birkaç kez Mavi Yolculuk’a çıkalım, demişti.
Barış yanaşmamıştı.
-Amacından saptı, ticarete dönüştü. Geçmişte yapılan Mavi Yolculuk’tan habersiz olanlar da bu geziye katılıyor. Aslında bu gezi kültürdür. Kültürsüzlük, arabesk egemen olmaya başladı bu yolculuğa. Doğayı korumak yatar bu gezinin temelinde. Tekneler de tüm atıklarını boşaltıyorlar güzelim koylara. Güzelim denizi kirletmekten başka işe yaramıyor.
Ayşıl, Barış’tan Azra Erhat’ın Mavi Yolculuk kitabını istemişti. İlk görüşmede, buluşmada verecekti. Hazırlamıştı efsanevi kitabı…
Barış her zamanki motelde kalmaya başlamıştı. Kışı geçirmeyi kafasına koymuş, ama bir türlü gerçekleştirememişti bunu. Ayşıl, begonviller açtığında buluşalım, deyince bir ay öncesinden mutluluğumuzun adası dedikleri köye atmıştı kendini. Gözleri duvarlarda begonvilleri aradı. Mor mor, kırmızı kırmızı, lila renkleriyle gülümsediler. Begonviller açmıştı. İçi, en küçük hücrelerine dek tamamen bu göz alıcı çiçeklerle donandı. Bir lokantanın metrelerce duvarını mor renkli begonviller sarıp sarmalamıştı. Olmaz böyle güzellik demişlerdi ilk gördüklerinde. Ayşıl, gülümsemiş tanrıça çehresiyle, ben varım, diyordun ya… Yine varsın, taş duvarı canlandırmış, donuk, soğuk taşları nasıl da güldürmüş. Renk katmış, ışıltı katmış, albeni kazandırmıştı taşlara. Barış düşündü, o zaman hangi ayda gelmişlerdi. Yaz mevsimiydi, temmuz sıcaklarını yaşamışlardı.
Köye geleli iki ay geçmiş, begonviller renkleriyle gülümsemeyi sürdüyorlardı. Yaşlı balıkçıyla konuşmuştu bu çiçekler hakkında. Çakır gözlü, kirli sakallı yaşı yetmişi geçmiş adam bildiklerini anlatmıştı. “Bizler bu çiçeğe, sarmaşığa Rodos sarmaşığı, konsolos çiçeği, gelin duvağı deriz. Rüzgarı, soğuğu sevmez, kuzey cepheyi hiç sevmez. Güneş görmeli mutlaka. Ekim ortalarına dek açar dediklerine bakma sen. Bizim sahilimiz yurdumuzun en sıcak sahilidir, bilirsin sen de artık buralı oldun. Aralık, ocak aylarında denize girilir. Sonrasında da ilkyaz gelir. Renkli, uzun süre solmadan dayanan çiçekleri aslında kılftır. Gerçek çiçekleri kılıfın içindedir, üçer tane açar her biri. Çiçekler birkaç günde solar. Kılıfları haftalar boyu güzelliğini korur. Gözler alıştı o renklere, onlar olmazsa doğa çırlçıplak görünür bizlere…”
Kasım ayı gelmişti. Begonviller ilk günkü gibi capcanlıydı. Hava geceleri ısırıyordu belli belirsiz. Gece geç saatlere dek oturuyordu sahilde. Ateş yakardı geceleri. Balıkçılar, köylüler yalnız bırakmazlardı. Taşınabilir bir sandalye, masa almıştı. Neler konuşulurdu geç saatlere dek kim bilir. Aklında tutamazdı, aklı Ayşıl’daydı. Ne zaman gelecekti canımın içi, derdi sessizce. Telefonda yazışır, WhatSapp üzerinden konuşurlardı. Barış aynı soruyu kim bilir kaçıncı kez sorardı. Ne zaman geleceksin? Ayşıl, canım, kıymetlim, biliyorsun yazın geleceğim. Kış buluşmasını nereden çıkarttın, derdi. Barış, hani begonviller açtığında buluşalım, demiştin ya… Ayşıl, gülme emojileri yağmuruna tutardı aşkını. O sözün üstünden üç yıl geçti, hem o zaman buluşmuştuk. Yıl ortasında dünyanın bir ucundan çıkıp nasıl geleceğim, Noel tatili var ama gelemem ki, derdi Ayşıl. Barış çaresizce, özlemimi küçümseme, yazıp konuşmayı bitirirdi.
Ateş yaktığı teneke kutu simsiyah olmuştu. Teneke rengi renk değiştirmişti. Alevler dans ederdi hafif esintide. Alevler yükselince düşler kurardı. Küçükken okuduğu Kibritçi Kız masalı geldi belleğine otururdu. Alevler yükseldiğinde başka bir düş kurgulardı. Geceye renk katan sapsarı alevlerde Ayşıl’ı görürdü. Alevlerde samaş dolaş olurlardı. Saatlerce dans ederler, sevişmelerin en güzelini yaparlardı. Bedenleri sırılsıklam olurdu alevin ısısıyla. Alevler gücünü yitirince birkaç odun parçası daha atardı teneke kutuya. Daha güçlü alevler yükselirdi, yeniden başlardı alevlerdeki buluşmaları. Sabahın ilk anlarına dek sürerdi düşsel buluşmaları. Uykuyu düşünmezdi Barış. Sevdiğiyle sabahlara dek beraber olurlardı. Kibritçi Kız daha bir büyürdü gözünde…
Barış, günün büyük bölümünü sahilde geçiriyordu. Mevsim kışa ulaşmıştı takvimlerde. Hava baharı aratmıyordu gündüzleri. Geceleri sinsi bir soğuk, serinlik çıkmıyor değildi. Aralık ayının yarısına ulaşacaktı birkaç gün sonra. Kaldığı pansiyon sahipleri endişenleniyorlardı. Hafiften öksürükler başlamıştı Barış’ta. Begonviller henüz dökülmemişti. Duvarlara tırmanan begonvillere bakıp hayaller kurulmayacak gibi değildi. Lila renkli bu sarmaşıkları gelin tacı gibi Ayşıl’ın başında düşlerdi. Nasıl da yakışıyordu güzeller güzeline. Aslında her rengi güzelleştiriyordu heykel bedenli kadın.
Her zamanki gecelerin birini yaşıyordu Barış teneke içinde yaktığı odun parçalarıyla. Düşlere dalıyordu sevdiği kadınla. Acaba begonvil kılıfının içinde iki çiçekli olanı yok muydu? Ayşıl ile sonsuza dek yaşamak isterdi kılfın içinde. Ayşıl’a bunu yazmıştı. Güzel kadın da dünden razıydı.Başka kimseye gerek yoktu dünylarında.
Gece ayazı içine işlerken yıldızlar üzgün bir biçimde Barış’a bakıyorlardı. Alevler balerinleri kıskandırıyordu danslarıyla. O ara omzuna bir el dokundu. Dokunuştan anlamıştı. Sevdiği kadının dokunuşuydu. Başını çevirdi, evet oydu. Yerinden zıpkın gibi fırladı. Nasıl da sarıldılar birbirlerine. Ayşıl, Barış’ın elini tutu. Haydi odamıza gidiyoruz, dedi. Ayşıl, begonviller açtı mı, diye sordu. Barış, yüreğimde gökkuşağının rengini kıskandıracak begonviller büyütüyorum senin için, dedi.
Barış, düşle gerçek arasında bir zaman dilimindeydi. Ne yaptığını bilmeden sevdiğinin isteğini yerine getirdi. Gökyüzünden sevinç çığlıkları yükseldi. Yıldızlar yerinde duramıyordu. Eski neşeleri yerine gelmişti.
Pansiyon sahipleri Ayşıl’ı aramışlar. Barış’ın durumundan söz etmişlerdi. Telaşa kapılan güzel kadın, Amerika’dan çıkıp gelmişti. Nasıl olsa Noel tatileri vardı. Tatil onun umurunda değildi. Sevdiği adamla beraber olacaktı. Yeni yıla birlikte gireceklerdi. Onun mutluluğu, sevinci neye değişilirdi ki… Begonvilleri de merak etmiyor değildi kuşkusuz…