Metro çıkışında, yürüyen merdivenlerde yükselirken, önce beyaz bulutlarla bezenmiş masmavi gökyüzüyle selamlaştı. Sonra inşaat halinde bir minareyi gördü. Ne kadar olmuştu bu kentten ayrılalı? Ne kadar olmuştu Taksim Meydanı’nı görmeyeli? Atatürk Anıtı yerindeydi ama Atatürk Kültür Merkezi yok olmuştu. Meydanın silüeti değişmişti. Can sıkıntısıyla İstiklal Caddesi’ne yöneldi. Her zamanki gibi kalabalıktı cadde. Şehir daha mı gri olmuştu, daha mı siyah olmuştu? İki yanda uzanan ve yükselen binalardan eskinin negatif enerjisi fışkırıyordu sanki. Fransız Kültür Merkezi değişmemişti hiç. Ağa Camii yanında devasa bir alışveriş merkezi. Caddede her türden insan vardı. Yaz mevsiminin tadını çıkarırcasına kısa ve dekolteli kadınlar, kızlar. Saç ektirme kampanyasına gelmiş, başları aynı tip Arap erkekleri, onların çarşaflı, peçeli, peçesiz eşleri ve çocukları… Hepsinin ayaklarında en pahalısından spor ayakkabılar. Bir defasında bir arkadaşı söylemişti: “İstanbul’u Araplar işgal etti” diye. Hatta arkadaşı: “İstiklal Caddesi’ne gitmek istemiyorum hiç. Orada hep Araplar var.” deyince “Tabi sen, ben gitmezsek onlar olur hep” demişti. Sadri Alışık Sokağı, Ayhan Işık Sokağı tabelalarıysa yerindeydi hala. Kırmızı arabalarıyla kestaneciler ve simitçiler de yerindeydi. Tıpkı aynı kırmızılıktaki tramvay gibi. Vitrinler, vitrinler… ışıl ışıl rengarenk vitrinler. Paraya saygı vitrinler. Ayakkabıcılar da başka, giysiciler de başka, tatlıcı ve yemekçiler de başka süslenmiş vitrinler. İnsanlarda alışveriş hırsı, yeme içme hırsı yaratan vitrinler. Derken Çiçek Pasajı görünüyor. Müdavimlerinin ve misafirlerinin keyifle içtiği, beyaz örtülü masaları ve jilet gibi siyah pantolon ve beyaz gömlekleri, kravatları ve papyonları ile değişmeyen Çiçek Pasajı. Karşısında yüz yılı aşkın bir süredir varlığını sürdüren eski adıyla Galatasaray Sultanisi yeni adıyla Galatasaray Lisesi. Ara Kafe’ye can ve ad veren Fotoğraf Sanatçısı Ara Güler’in Sokağı. Gündüz başka, gece başka güzel İstiklal Caddesi, sokak müzisyenleri ile de güzel. Trampetiyle Ah İstanbul çalan fört şapkalı adam. Yanında kız çocuğuyla akordiyon çalan bir kadın, gitar, klarnet ve darbukayla şarkı söyleyen gençler, rengarenk giysisiyle geleneksel müzik aletlerini çalıp şarkı söyleyen Kızılderililer. Tünele doğru yürüdükçe insana tarihi koklatan görkemli yapılar. Konsolosluklar, kiliseler… Bir de polisler, panzerler, üst lambalarıyla tramvay yolunu kullanan zabıta, bürokrat arabaları. Tünele varmadan yeni restore edilmiş, pırıl pırıl bir binaya ilişti gözü. Han kapısından bakınca içerde bir havuz görünüyordu. Tüm duvarlar beyaz ve kavun içiydi. Adeta gel buraya diyordu. Kemerli bir girişten sonra bir bahçe ve etrafında dükkanlar, ortada yuvarlak ve fiskiyeli bir havuz dikkati çekiyor. İçeri girer girmez bir serinlik, huzur buluyor insan. Aralıklı bir bank, bankın üzerinde siyah mermerden yapılmış bir heykel ve diğer uçta uyuyan bir köpek. Bedri Rahmi Eyüpoğlu heykeli. Sanatçı başını eğmiş, yere bakıyor gibi. Ortaya oturdu. Telefonuyla bir özçekim yapmayı düşündü ama özçekimde başarılı değildi hiç. Bir bayan seslenince dikkatini telefondan çekti. “Ben çekebilirim dilerseniz” diyordu. “Olur tabi. Çok teşekkür ederim” diyebildi. Uzattı telefonu. Kadın: “Değişik açılardan altı fotoğraf çektim, sanırım olmuştur” deyince “Mutlaka olmuştur, çok teşekkür ederim, çok incesiniz, düşüncelisiniz” dedi. Kadın otuzlu yaşlarındaydı. Omzuna kadar inen, ortadan ayrılmış sarı saçları vardı. Yüzü sanat kitaplarındaki meleklere benziyordu. İnce kaşlar, ince dudaklar, küçük bir burun, ince bir çene, oval çerçeveli gözlüğünün ardından masmavi bakıyordu. Uzun boylu sayılmazdı. İnce, narin bir vücudu vardı. Siyah, kolsuz bir elbisesi vardı. Zerafet sözcüğü onun için üretilmiş olabilirdi. Bunları düşünürken bir sesle irkildi. “Hişt, hişt Denizlili, muhabbetin yok mu senin?” Seslenen Bendi Rahmi’ydi. “Olmaz mı, var tabi.” “Benim Denizli Destanı şiirimi biliyor musun?” “Bilmez miyim?” “Al gözüm seyre Denizli pazarını. Sittin sene aramış şairini, yazarını” diye başlıyor. “Aferin sana. Peki kavuştu mu şairine, yazarına?” “Kavuştu efendim. Şimdi şairi de var, yazarı da var, müzisyeni, ressamı da var.” “Ressamını biliyorum zaten. Çallı’dan çok şey öğrendim.” “Denizli’de müze var mı?Sergi salonları var mı?” “Yani var da diyebiliriz, yok da.” “Anladım, anladım. Gevelemeye başladın.” “Fotoğrafını çeken kimdi biliyor musun?” “Hayır efendim, bilmiyorum.” “O benim torunum. Az sonra yanına gelecek yine.”
“A, siz burada mısınız daha?” O kadın yine karşısındaydı. “Evet, dedenizle muhabbet ettik biraz.” “Dedem mi? Nereden biliyorsunuz? Gerçekten ben onun torunuyum. Narmanlı Han’da atölyesi varmış bir zamanlar. Oraya heykelini yapmışlar dediler, görmeye geldim. Ama beni tanımanıza şaşırdım. Tünel’den Karaköy’e gidelim mi?” “Olur, gidelim” dedi. Muhabbet de arkadaşlık da uzadı gitti.