Kızılay Meydanı tarihi bir günü yaşıyordu. Üniversite öğrencileri her yönden oraya akıyor, sloganları ortalığı inletiyordu. -Ordu, gençlik el ele! Ordu, millet el ele. İktidarın baskısı bir gün önce İstanbul’da görülmüş, polisin silahından çıkan kurşunlar Ali İhsan Kalmaz’ı öldürmüştü. Öğrenciler polis arabalarına ve askeri araçlara bindirilip götürülmüştü. Hürriyet isteriz! diye yürekten bağıran öğrencilerin bir de marşları vardı.
Olur mu böyle olur mu?
Kardeş kardeşi vurur mu?
Kahrolası diktatörler
Bu dünya size kalır mı?
Polisler copları ve kalkanlarıyla öğrencilere saldırdılar bir anda. Kemal arkadaşlarıyla öğrenci kalabalığının arasındaydı. Polise direnemeyip kaçanlardan bir kız, birden bire yere düştü. Polislerden biri onu yakalamak üzereyken Kemal araya girdi. Kızı yerden kaldırıp elinden tutarak kaçırdı. O polis başka bir hedef seçince Kumrular Sokak’ı koşarak kurtuldular. Kurtulmuşlardı ama ellerini bırakmamışlardı birbirlerinin. Önce kız farketti durumu. Elini çekerken: – Çok teşekkür ederim. Hayatımı kurtardınız. Hem ezilmekten, hem polisten kurtardınız beni. – Teşekküre gerek yok, kim olsa yapardı. – Sanmıyorum, yanımdan geçenler eziyorlardı az kalsın beni. Siz kaçmadınız, beni kurtardınız. Benim adım Kamelya. – Ben de Kemal. Tıp okuyorum. – Ben mülkiyeliyim. – Tanışma faslımız bitti ama günü bitirmeyelim. Çay içelim mi? – Kurtarıcıma çay ısmarlayacaksam olur. – Teklif benden oldu. Bir dahakini siz ısmarlarsınız. Birlikte bir çay bahçesine girdiler. Kamelya uzun boylu, kızıl saçlı, mavi gözlüydü. Biçimli burnu, kalın dudakları, gülünce belirginleşen gamzeleriyle çok güzeldi. Kemal oturduklarında fark etmişti bu güzelliği. Çaylarını içtiler. Sohbetin güzelliği vaktin nasıl geçtiğini unutturdu onlara. Havanın kararmaya başladığını anlayınca evlerine dönmek üzere vedalaştılar. Kemal bir konakta oturuyordu. Aslında konağın içinde değil müştemilatındaydılar. Babasının emireri olduğu bir paşa onu sivil hayatta da yanında istemişti ve konağına almıştı. Evlendirmiş, yanından hiç ayırmamıştı. Kemal’i de çok sevmiş, okumasına yardımcı olmuştu paşa. Paşaya göre Kemal akıllı ve dürüst bir çocuktu. Eskiden beri: – “Çok can yakar bu çocuk bu yakışıklığıyla” derdi. Gerçekten çok yakışıklıydı Kemal. Uzun boylu, geniş omuzlu, sportmen bir vücuda sahipti. Yeşil gözleriyle baktığı zaman dayanılmaz olurdu kızların gözünde.
Kamelya eve dönerken başının da döndüğünü hissetti. Ne gündü be! diye düşündü. Nasıl düştüğünü, nasıl kalktığını, nasıl kaçırıldığını düşündü. Kemal’i düşününce tuhaf bir gülümseme hissetti dudaklarında. Birden tedirgin oldu. Kemal’in nerede oturduğunu bilmiyordu. Tek bildiği tıp öğrencisi olduğuydu. Peki nasıl görecekti bir daha? Annesi pencerede bekliyordu. Geldiğini görünce bir oh çekmişti. Radyoda öğrencilerin tutuklandığını, götürüldüğünü duyunca çok korkmuştu. Neyse ki salimen gelmişti kızı. Kamelya annesine bir şey anlatmadı.
555 K. Ankara’da öğrencilerin arasında bir parola dolaşıyordu. 555 K. Herkesin dilinde o parola vardı. Beşinci ayın beşinci günü, saat beşte Kızılay’da. Kemal içi içine sığmayarak vatan için görev bildiği bu buluşmaya gitti. Hürriyetlerini iktidara kaptıramazdı. Kızılay’a giden gençleri askerler tutukluyor, sonra az ilerde salıyorlardı. Askerle gençlik arasında bir dostluk, kardeşlik vardı. Önce canı sıkılmıştı tutuklandığına, az sonra serbestsiniz, gidebilirsiniz diyen askeri kucaklayıp teşekkür etti ve bir asker selamı verdi. Kamelya’nın iki hedefi vardı Kızılay’a giderken. Biri parolaya uyup orada olmak, ikincisi Kemal’i görmek. Tabi Kemal gelirse. Kalabalığın içine daldı. Hiç durmadan yürüdü. Kalabalığı gözleriyle taradı. Tam ümidini yitirmişken gördü onu. Yanına gitmek uzun sürmedi. Kamelya’yı görünce gözleri parladı Kemal’in. Aynı bahçede çay içtiler yine. Ertesi gün, daha ertesi gün buluştular. Artık onların da parolası vardı. 555 KKK. Açılımı: Beşinci ayın beşinci günü saat beşte Kızılay’da Kemal, Kamelya buluşması. Bir akşam üstü yine otururlarken: “Merhaba Kemal” diyen bir sesle sohbetleri bölündüğünde şaşırdılar. Merhaba diyen kız paşanın torunu Gülümser’di. Şımarıkça: “Oturabilir miyim?” dedi ve oturdu. Tatları kaçtı ama belli etmediler. Gülümser orta okuldan sonra okumamış, çeşitli kurslara gitmişti. Kemal konuşmak istemese de çeşitli bahanelerle gelir konuşurdu. Ertesi sabah kahvaltı sırasında kapı çalındı. Gelen paşaydı. Kahvaltıya ben de katılabilir miyin? “Tabi efendim” dedi babası. Kemal, paşayı hem sever hem de saygı duyardı. Bugünlere gelmesinde onun emeğini de desteğini de inkar edemezdi. Kahvaltıdan sonra okula gitmek için kalkan Kemal’e: “Kemal, oğlum seninle konuşmak istediğim önemli bir konu var. Benim senden tek isteğim bu. Hayır dersen kırılmam ama üzülürüm. Bu akşama kadar düşün, taşın, karar ver. Söylemesi çok zor ama söylemek zorundayım. Torunum Gülümser sana aşık olmuş. Seninle nişanlanıp evlenmek ister. Sen bizim elimizde büyüdün, düzgün bir çocuksun. Ben seve seve kabul ederim bu durumu. Düşün evladım.” – “Tamam efendim. Düşüneceğim. Akşam kararımı bildiririm.” deyip kalktı sofradan. Kapıdan çıkarken nasıl bir çıkmaza girdiğini düşündü. Kamelya geldi gözünün önüne. Bir tarafta paşa, bir tarafta Kamelya. Hangisinden vazgeçebilir, hangisini kırabilirdi? Okula gitmedi. Caddelerde dolaştı akşama kadar. Kamelya geç saatlere kadar bekledi çay bahçesinde. Kemal gelmedi. Başına bir şey mi gelmişti? Sıkıyönetime mi yakalanmıştı? Gülümser çirkin kız değildi ama onu hiç eş olarak, sevgili olarak düşünmemişti ki Kemal. Akşam karanlığı çöktüğünde omuzları düşük şekilde eve dönmüştü Kemal ama evde keder yerine neşe vardı. Annesinin de babasının da keyifleri yerindeydi. Gözlerinin için gülüyordu. Annesi: “Gel güzel oğlum, sana bir sarılayım, bu günleri gösterdin ya bana başka bir şey istemem.” Haklıydı kadın kendince. Paşa torununu gelin alıyordu. Bu insanları nasıl kıracaktı? Kamelya’nın yüzüne nasıl bakacaktı? Bakmayacaktı. Çözümü bulmuştu. Bu şehrin yüzüne de bakmayacaktı, Kamelya’nın yüzüne de bakmayacaktı. Bu evliliğe bir şekilde evet diyebilirdi. Hemen evlenecekler, yabancı bir ülkkeye gidecekler, öğrenimine orada devam edecek, orada yaşayacaklardı. 27 Mayıs sabahı havaalanında Almanya uçağına binerken radyo devrim haberlerini veriyordu. Sevinmeli miydi Kemal? Kayıp sevgilinin özlemiyle gelmişti devrim.
Kamelya’da sevinemedi. Kamelya hiç evlenmedi. İyi bir hariciyeci olmuştu. Seksen dört yaşındaydı Kemal, Bir ömrü Gülümser’le geçirmiş, Kamelya’yı düşünmüştü hep. Hastalanan Gülümser’e büyük bir ihtimamla baktı. Veda zamanı geldiğinde cenazeyi ülkeye getirdi. Geldiğinin onuncu günüydü. İstanbul uçağında Kamelya’yı gördü sanki. “Yaşlansa böyle görünürdü” diye düşündü. Gidip karşısına dikildi. Yaşlı kadının gözleri parladı onu görünce. Evet, biri Kemal; biri Kamelya’ydı. Kucaklaştılar. Uçak çok dolu değildi. Birlikte oturdular, konuştular, konuştular. Şimdi hiç ayrılmıyorlar, el ele geziyorlar, dostlarına evleneceklerini söylüyorlar.