YEŞİL TİŞÖRT

                                                                        

   SAVAŞ ÜNLÜ                                                                                                                  

               Bazı insanların varlığı yeter yaşamda. Onlarla aynı kentte yaşamak, aynı havayı solumak ne güzeldir. Hiç ummadığınız bir yerde karşınıza çıkması neye değişilir ki.

               Yaşantınızda sevebilecek birine rastlamak, tüm benliğinizle sevmeniz, nasıl bir şeydir acaba? Hele dünyanın en büyülü, en sorumluluk isteyen sözünü söylemek. Seni seviyorum…

               İnandırıcı olmaz mı? Gerçekten sevmedin mi? Bu sözü söylemedin mi? Daha önce birine söyleseydim karşında olmazdım. Söylemiş olsaydım, sana söylemek gibi yalana sapmazdım. Dünya küçük, yalanınız çıkmaz mıydı, açılmaz mıydı Pandora’nın kutusu?

               Kadın inanıyordu bu sözü kimseye söylemediğine. Önceki yaşanılanlardan, yaşadıklarından içine de kurt düşmüyor değildi. Sosyal medyada sen teksin, demeye getiriyordu. İkincisi olsa uyarmaz mıydı kadını? Yemez içmez uyarırlardı. Üstelik kadın bekledi de, ay oldu tek bir söz yoktu. Her babayiğidin edeceği, söyleyeceği sözlerden değildi.

               Önceki buluşmalarında adam elleriyle yaptığı keki getirmişti. Sana söz verdim kek yapıp getirecektim, unutmam, verdiğim sözü de yerine getiririm, diyordu Adam. Kadını inanası olmadı, olamadı. Adamın titizliğini bilmese ağzına sürmezdi. Çok da lezzetliydi. Kadını şaşırtıyordu. Dürüstlüğü, doğruluğu, sözünde durması, söylediklerini unutmaması çok ama çok şaşırtıcıydı. İçinden soruyordu.

               -Böyle insanlar kaldı mı?

               Nerede saklanmıştı bugüne dek. Nasıl korumuştu kendini tüm olumsuzluklardan? Niçin bulaşmamıştı rezilliklere. Özünü, sözünü nasıl korumuştu?

               Durup dururken sordu kadın.

               -Nasıl sakladın kendini?

               Adam şakacı, hazır cevaptı.

               -Derin dondurucuda sakladım derin dondurucuda… Bozulmadım, anamdan doğduğum şekilde saf, temiz, dürüst, biraz da salak…

               Kadın adamın kendisi için kullandığı kötü sözlere, yakıştırmalara üzülürdü.

               -Öyle söyleme, son üç sözcüğü sil… Şakası bile üzüyor beni.

               Adam:

               -Seni kırar mıyım canımın içi, yaşantımın gülen yanı.

               Kadının melek gibi yüzü ışıldardı bu sözlerden sonra. İri siyan gözleri parıldardı. Kalın kaşları komutu gülen gözlerden almış gibi hareket ederdi. Yüzüne çocuksu bir gülümseme yayılırdı.

               Onca kederden, yaşamında karşılaştığı sarsıntılardan sonra bu adamla merhabalaşıp can ciğer olmak kadını da mutlu etmişti.  Tek söz her şeyi anlatırdı.

               -İyi ki tanımışım seni, iyi ki dünyamdasın…

               Buluşmaya kadın bir armağan paketiyle gelmişti. Adama armağan olarak yeşil bir tişört almıştı. Adam çok duygusaldı. Gözleri yaşarmış, hıçkırıklarını tutmuştu. Kahverengi gözleri buğulanmıştı.

               -Senin varlığın yeter, buna gerek yoktu.

               Armağan paketini açmış, içine bakmıştı. Yeşil rengin bu denli güzelleştiğine ilk kez tanık oluyordu. Yeşil rengi severdi aslında. Baharın, yeniden doğuşun rengiydi. Hiç giyside düşünmemişti bu rengi. Koyu yeşildi, ama öyle tatlı bir rengi vardı ki yoksa sevdiği kadının eli değince mi öyle olmuştu? Bilemedi. Yaban ördeklerin tüylerinin yeşiline benzetti adam.  Onların tüylerinde daha parlak görünürdü. Tişörtün üzerindeki daha mattı. Öyle yeşil tonuyla ilk kez karşılaşıyordu Adam.

               Adam evinde askıya asıp dakikalarca izliyordu tişörtünü. Sevdiği kadını düşlüyordu.  Melek yüzü, çocuksu bakışları, karakaşları, iri gözleriyle bakışıyorlardı dakikalarca. Giyside kadını görüyordu. Nasıl da mutluydu? Koyu yeşil renk mutluluk getirmişti evine, ocağına.

               Adam yeniden doğmuş gibi duyumsuyordu kendini. Bu giysiyle yenilenmişti. Kadının albenili bedeni tişörtün üstündeydi. Üstüne giyinince daha bir sağlıklıydı o anlar. Huzur içinde doğada yeşillikler içinde dolaşıyordu. Arıya, kelebeğe, böceğe eşlik ediyordu. Yılanlar, kertenkeleler yanından geçerken gülümsüyorlardı kendisine. Yaşamı boyunca sakindi, ama onu giyince bu özelliği katlanıyordu. Kuşlar gibi özgürdü yeni giysisiyle. Kimseyle sorunu olmamıştı. Sorunlar karşısında daha bir sorun çözücü oluyordu. Sakinliği kat be kat artıyordu. Bunların tek nedeni yeşil giysisiydi. Yeşilin insan yaşamına olumlu katkısından başka bir şey değildi. Bunu bir de yaşamda tek sevdiği kadın verdiyse, armağan ettiyse özellikler artarak insanın ruhuna, bedenine işliyordu.

               Yeşil renk koskocaman doğayı canlandırıyordu. Adamı neden canlandırmasın ki… Renksiz bir mevsimden sonra bahar geldiğinde doğadaki coşku neye değişilirdi. İşte o coşkuyu harfiyen yaşıyordu Adam. Doğuşun, yeniden doğuşun rengi oluveriyordu yeşil.

               Adam az da olsa iri yapılıydı. Tişörtün bir beden büyüğü olsaydı. Bunu kadına söyledi telefonda.

               -Tişörtlerde XL yerine, XXL daha uygun düşüyordu bedenime.

               Kadın gülüverdi nedensiz.

               -Veririsin onu başkasına, istediğin bedeni alırım.

               Adam gürlemişti.

               -Sen o tişörtü bana kimin aldığını biliyor musun?

               Kadın bu soru karşısında sessiz kalmıştı.

               Adam, bu kez sesini yumuşatıp konuşmuştu.

               -Öyle olsa da giyerim, senin aldığın armağanı bir başkasına vermek olacak iş mi? Giyinmesem bile şeref köşemde saklarım. Nasıl başkasına verebilirim ben onu? Onu, bana yaşamımda sevdiğim, sevebildiğim tek kadın aldı, bunu unutma.

               Kadın bu sözlerden mutlu olmuştu telefonda.

               -Tamam canım…

               Adam bazen saatler boyu, gece boyu düşünürdü.  Ben bu kadında ne buldum. Böyle bir sevgi nasıl olur? Bu yaşıma dek niçin başkasına bir kez olsun seni seviyorum, demedim? Kadındaki tılsımı çözemiyordu. Güzelliği bir başkaydı orası ayrı. Kadını kendine çeken kuru kuruya güzellik değildi ki… Bu sevginin, bağlılığın temelinde başka bir şey vardı ama neydi? Onu çözdüğünde daha da çok sevecekti.  Sevdiğinin daha ötesi ne olabilirdi onu da bilmiyordu. Bazen de şu sözü söylerdi. Bu yaşıma dek iyi ki bir başka kadını sevmedim, âşık olmadım. Yoksa yaşantımın gülen yanını kaçıracaktım. Bu kadını tanımadan, sevmeden yaşam nasıl da yavan olurdu kim bilir? Onu tanıyıncaya dek yaşamım gerçekten de boş, bomboştu…

               Özel sektörde çalışmak zorluklara da göğüs germekti. Ayda en az bir kez şehir dışına çıkardı.  Bu bazen iki, üç kez bile olabilirdi. Bu kez Amasya’ya gidecekti. Daha önce de gitmişti. Sakin kenti severdi. Şehrin en yüksek tepesindeki lokantada rakı içmek hoşuna giderdi. Yeşilırmak’ın ışıklandırılmış masalsı görünümü olacak gibi değildi. Şehir ışıklar içinde yüzerdi. Bin yıllık Kral Mezarları, yüz yıllık yalı konakları ışıklandırmadan paylarına düşeni alırdı. Orada yıldızlar daha yakındı. Tüm yıldızlar tepesine toplanırdı.

               Günlük işlerini bitirdi. Akşam güneş batacağına yakın Ali Kaya lokantasındaydı. Gece düşerken şehrin üstüne ışıklar yanmaya başlamıştı. Görsel şölen henüz başlamamıştı. Yıldızlar iyice belirginleşince Yeşilırmak renkli renkli akmaya, Kral mezarları, konaklar renklenmeye başlamıştı. Düşte yaşıyordu sanki. Bu kez yıldızlar daha çoktu başının üstünde. Sevda üstüne yıldız mı yağıyordu ne…  Telefona sarıldı. Kadını aradı. Kadın şaka yollu sitem etti.

               -24 saatte unutulduk. Şirinler mi çıktı karşına?

               Önce adam anlayamadı. Çözmekte de zorlanmadı.

               -Bu yaşıma kadar tek Şirinim olduğunu sen de çok iyi biliyorsun. Kimseye de dönüp bakmayacağımın farkındasın. Suçlu olan kendini savunur. Yaz başlangıcında buraya geleceğiz.  Buradaki masalsı geceyi canımın içi de yaşamalı. Telefonum eski model olmasa çekip yollayacağım. Merak etme fotoğraf makinemle çektim yeterince poz. Otele gidince yollayacağım sana.

               Kadın:

               -Anlaşıldı canım…

               Adam telefonu kapatmak istemezdi. En zor anları konuşma sonlanınca yaşardı. Kadın için de durum aynıydı.

               -İyi geceler canımın içi, yaşantımın gülen yanı…

               Telefonu kapattıktan sonra cüzdanındaki kadının fotoğraflarını çıkardı. Koydu karşısına. Rakı dolu bir bardağa yaslamıştı. Bu kadın nasıl sevilmez. Beyaza çalan yüzüyle kadın gülümsüyordu tüm fotoğraflarında. Onunla kadeh tokuşturdu. Söyleşti, kadınla konuştu karşısındaymış gibi. Masalsı gecede sevdiği kadını eksik etmedi masasından…

               Ertesi gün işi öğleden sonra bitmişti. Sesli düşünmüştü.

               -Epey zamanım var, ne yapabilirim, zamanı nasıl derlendirebilirim?

               İş yaptıkları firma sahibi ne yapması gerektiğini söylemişti.

               -Şimdi Şehir Kulübüne gider döner kebabı yeriz. Ben arabayı veririm Ferhat ile Şirin Aşıklar Müzesi’ne gidersiniz. Zaman kalırsa müzeye uğrayın. Güneşin batışını da Kral Mezarları ya da Kale’den izleyin. Akşamleyin konuğumsunuz.

               Adam:

               -Arabayı almak kolay da kullanmak zor, benim ehliyetim yok ki…

               Firma Sahibi:

               -Size mağazadan birisini veririm yanınıza. O sizinle ilgilenir.

               Yemeklerini yedikten sonra otele uğradılar. Üzerindeki takım elbiseyi çıkarttı. Yeşil tişörtünü giyindi.

               Âşıklar Müzesi’ne doğru yola koyuldular. Arabayı kullanan gençten biriydi. Dağlardaki kanal görünümlü yerleri gösterip,

               -Bunlar Ferhat’ın su kanalları, diyordu.

               Adam şaşırmıştı. O yıllarda böyle düzgün, zımparalanmış gibi oyulmuş kayalara ne diyeceğini bilemiyordu.

               -Aşk yaptırır, onun her şeye gücü yeter…

               -Çok doğru söylüyorsunuz…

               Müzeye gelmişlerdi. Genç şoför, yardımcı adam bir koşu gitti. Giriş biletini aldı.

               -Tamam, bey efendi, siz gönlünüzce gezin. Ben burada bekleyeceğim.

Adam:

-Giriş biletini alırdım, niye zahmet ettiniz?

-Konuğumuzsunuz, siz rahat olun yeter…

Adam müzeden içeriye girdi. Tüm âşıklar, sevdalıların maketleri yapılmıştı. Sevdayı, aşkı yaşayanların adları yazıyordu sadece. Yaşadıkları aşk öyküleri kısaca anlatılsaydı daha iyi olmaz mıydı? Hepsini dikkatle izliyordu. Her aşkın kahramanları karşısında hıçkırıyor, ağlıyordu. Onların öyküsünü çok iyi biliyordu. Bunu yanında gezen başka kişiler görsün de istemiyordu.

Bir ara içerisi boşalmıştı. Adam tek başınaydı. Evrensel bir aşk müzesinde Romeo ve Jüliet’in maketlerine bakmış, ince ince düşünmüştü. Çıkmaya hazırlanıyordu. Çevresinde üç kişi bitiverdi. O da ne? Dikkatli bakınca üçünü de tanımıştı. Aslı’nın Kerem’i, Şirin’in Ferhat’ı, Leyla’nın Mecnun’uydu…

Adam şaşırdı. İlk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra kekeleyerek konuştu.

-Merhaba büyük aşkların büyük kahramanları…

Ferhat:

-Merhaba âşık kardeş, diyeceğim, bizden çok küçüksün sen. Sen de fena tutkunsun, aşkın bizleri aratmaz. Biz kimsenin yanına gelmeyiz aslında. Senin sevdan, aşkın, tutkun inan bizlerden fazla. Yanına geldik, gönlünü almak istedik.

Adam şaşırmıştı.

-Gerçekten mi söylüyorsun bunları?

Kerem:

-Senin aşkın bizleri gölgede bırakır. Sen şanlısın da bizlerden. Görüyorsun, geziyorsun, sürekli berabersin, istediğiniz yerlere gidiyorsunuz. Bizler öyle bir aşkı yaşayamadık. Görüşemedik, çöllere düştük, dağları deldik, istenmeyen kişiler olduk.

Adam:

-Madem benim aşkım sizleri geride bıraktı, peki niçin müzede bizden söz edilmiyor?

Mecnun:

-Onu geleceğe, tarihe bırakalım…

Adam:

-Sanki düş görüyorum. Olacak bir şey değil, sizlerle beraber olmak.

Ferhat:

-Yaşam da düş ve gerçek arası değil mi? Bir varsın bir yoksun. Düşle gerçek arası bir şey. Aşklarımız da öyle değil mi?

Adam:

-Ölesiye sevmek nasıl bir şeydi?

Kerem:

-Adı üstünde ölesiye seviyorsun. Öyle bir aşk, sevda var ki aranızda sevdiğinizle. Ölüm vız gelip tırıs gidiyor. Gözünüz başka bir şey görmüyor. Nereye dönseniz o, nereye baksanız o, güneş onunla doğuyor, onunla batıyor. Bizden ayrı gibi görünse de aslında her zaman bizimle. Ferhat dağları yalnız mı kazdı sanıyorsun. Yanında Şirin olmasa tek kazma kalkmazdı. Kayaları kazabilir miydi?

Adam:

-Ben de aynı şeyleri yaşıyorum.

Ferhat:

-Bunu bildiğimiz için yanındayız.

Mecnun:

-Ben de bir şey söyleyeceğim. Her seven bir Mecnun’dur.

Adam:

-Haklısın Kays.

Mecnun şaşırmıştı.

-Gerçek adımı biliyorsun.

Adam:

-Ben sizleri çok iyi tanıyorum, hakkınızdaki her şeyi biliyorum.

Adam, yanındakilere daha bir dikkatle baktı.

-Bir şey dikkatimi çekti. Sizler de iyi bakın. Hepimizin üzerindeki giysiler aynı tonda yeşil renkten yapılmış. Oysa yeşilin en az yüz tonu var. Aynı tonda olması ilginç değil mi?

Mecnun, Kerem, Ferhat üzerlerindeki hırkaları sevdiklerinin ördüğünü söylediler. Adam, da şaşırmıştı. Söylemeden yapamadı.

-Benim üzerimdeki tişörtü de sevdiğim kadın aldı, bana armağan etti. Bu ne rastlantı böyle…

Bu sırada Romeo ve Mimar Sinan da onların arasına katılmıştı. Onların üzerlerinde de aynı renkten giysiler. Mimar Sinan engin bilgi ve deneyimiyle konuya açıklık getirdi.

-Bu rengin toplumdaki, sevgideki anlamı tomurcuklanan aşkı temsil eder. Mihrimah Sultan bu hırkayı verirken söylemişti. 

Romeo:

-Bizim toplumda da koyu yeşil renk Mimar Sinan’ın söylediği gibi tomurcuklanan aşkı anlatır. İşte bizi burada buluşturan bu aşkı yaşamış olmamız.

Adam’ın kafasına bir şey takılmıştı, sormalıydı.

-Üstadım, usta sanatçı, büyük Mimar Sinan, halk arasında sizin bu aşkı kabullenmediğiniz söyleniyor. Aranızdaki büyük yaş farkından dolayıymış bu. Ne dersiniz?

Mimar Sinan:

-Öyle bir şey söylediğimi anımsamıyorum. Aşkın yaşı mı olurmuş. Onu kabul etmesem üzerimdeki giysiyi çıkartır atardım. Sevmeye bakın. Her işin en iyisi, üstadı olunur, oysa maharet sevgide usta olabilmektir. Kimsenin yaşamadığı aşkı yaşayabilmektir. İnsanın en büyük eseri gerçek olarak yaşadığı aşkıdır. Sevmedikten sonra dünya bir hiçtir. Saraylar, hanlar, hamamlar yap, bir yürekte yer alamadıktan sonra yaptıkların birer hiçtir…

Ferhat:

-Üstat ne güzel söyledi, sevmedikten sonra dünya bomboştur. Üzerimizdeki hırkalar birer semboldür. Aşkı, sevgiyi, sevdayı temsil eder. Hepimizin hırkası da aynı biçimde yapılmıştır. Sevdalarımız yünleri eğirdiler. İp haline getirdiler. Kök boyayla boyadılar, sonra başladılar örmeye. Aslında farkında olmadan kaderimizi de örüyorlardı. Bizlere bir yol bulup ulaştırdılar. Sonsuza kadar üzerimizde kalacak bu hırkalar. Nasıl çıkartırız onları?

Adam:

-Ne güzel söylüyorsunuz. İşin acı yanı hiçbiriniz sevgilinize, aşklarınıza kavuşamadınız. Ne üzücü değil mi?

Ferhat:

-Üzücü değil, bizler o yola çıkarken her şeyi göze almıştık. Bunun sonunda ölüm olduğunu da biliyorduk. Aşk için ölmek de var. Sonsuz aşklarda ölüm de sevdaya dâhildir… Bedensel olarak birleşmesek de ilahi bir güç birleştirir bizleri. Kerem ile Aslı’nın külleri birleşti sonunda, birliktelik oldu, öyle ya da böyle. Aşk, sevda ölmez, sonsuza dek yaşar. Doğada yaşar; suda, dalgada, kayada yaşar ama yaşar…

Mimar Sinan:

-Biz konuşuyoruz. Peki senin sevdalını, büyük aşkını görelim. Var mı yanında sureti, resmi…

Adam:

-Olmaz mı hiç? Onsuz bir yere gidemem ki…

Çantasından birlikte çektirdikleri bir fotoğrafı çıkarır. Fotoğrafı sonsuz aşkın sahiplerine uzatır. Bir ışık demeti gözlerini alır hepsinin de.

Mimar Sinan bağırır.

-Bu ne evlat, bu ne ışık, bu ne kudret, gözlerimizi aldı hepimizin. Olmaz, böylesi olamaz.

Adam:

-Biraz bakınca o ışığa alışıyorsunuz. Sonra da onun esiri oluyorsunuz.  O ışık tüm bedeninizi tutsak ediyor. Bir daha da kopamıyorsunuz. Şimdi o ışığa alıştırın kendinizi. Gözünüzü ayırmayın. Az sonra her şey normale dönecek.

Bir süre sonra normale dönmüştü her şey. Kadının fotoğrafından kendilerini alamıyorlardı.

Kerem:

-Bizimkisi duymasın da ben böyle güzelliğe henüz rastlamadım. Maşallahı var, melek gibi bir güzellik bu. Eşi benzeri olacağını da sanmıyorum.

Ferhat:

-Herkes kendi sevdiğinin en güzeli olduğunu sanır. Bu güzelliği gören yanıldığını anlar. Bunda yürek güzelliği de var ki kendini beslemiş. İkisi bir arada olanı bulmak çok zor, üstelik olanaksız…

Mecnun:

-Tam da çöllere düşülecek bir güzellik demeti. İncitme bu kadını sakın ha…

Romeo:

-Ben henüz böylesini görmedim. Bizim toplumda da yok, başka yerde de olacağını sanmıyorum.

Mimar Sinan:

-Anadolu’yu gezdim, Osmanlı ülkesinde ayak atmadığım yer kalmadı. Başka ülkelere de gittim, böyle bir güzelliğe rastlamadım. Olağanüstü bir güzellik, bir başka albenisi var. Böyle bir güzelliğe sarayda da rastlamadım. Saraya seçme kadınlar gelirdi çeşitli ülkelerden. Bu güzellik uğruna çöllere de düşülür, dağlar da delinirdi. Padişahların hareminde böyle bir güzel olsaydı, tüm ülkeyi onun adına esere boğarlardı. Camiler, hanlar, hamamlar, çeşmeler yaptırılırdı adına. İncitme bu güzelliği, bir gonca gül gibi bak. Sev onu, kadını seversen dünyaları verirsin ona, bunu unutma…

Adam çok mutlu olmuştu.

-Ben size özel bir şey soracağım. Aşkınız uğruna sevdalılarınız canlarını hiçe saydılar, uğrunuza öldüler. Size sevdiklerini söylediler mi?

Mimar Sinan:

-Kadın sevilmeye alışıktır. Sevdim demez ama uğruna ölür o da ayrı konu. Şunu unutma aşık dostum, aşkta sevilmekten çok sevmeye bakacaksın. Aşk o zaman güzelleşir, kök salar… Sonsuza o zaman ulaşır…

Adam:

-Bizim resmimiz burayı hak etti mi?

Ferhat:

-Sen o resmi ver bize. Aramıza alacağız, onu ancak gönülden sevenler görecek. Sevgiden, gerçek aşktan uzak olanlar kesinlikle göremeyecek. Razı mısın buna?

Adam sadece başını salladı.

Mecnun:

-Bizler aşk, sevda uğruna öldük, aslında sonsuza dek yaşayacağız da bunu herkes anlamayacak. Sizler birlikte, sevdayla, aşk içinde sonsuza dek yaşayın. Birlikte olarak da aşklar sonsuza dek yaşarmış, onun örneğini gösterin.

Adam saatine baktı. Epey geç olmuştu.

-Bana izin verin, zaman nasıl geçmiş anlayamadım. Bekleyen dostum var dışarıda. Sizlerle tanışmak, görüşmek mutlulukların en güzeliydi.

Ünlü âşıklar Adam’a el salladılar. Müzenin içinden çıktı. Kendisini getiren genç arabada bekliyordu. Yanına vardı.

-Çok beklettim mi?

Genç:

-Aşk ve sevda konusu açılınca zaman nasıl geçer anlayamazsınız. Mutluysanız bence sorun yok.

Genç arabaya binmişti. Adam biraz gecikmiş gibi yaptı. Telefonla kadını aradı.

-Canımın içi, yaşantımın gülen yanı, kar tanem, aşıklar müzesinde yerimizi aldık. Artık aşkımız ölümsüzleşti.

Kadın bir şey anlamamıştı.

-Nasıl yani?

Adam:

-Daha sonra arayıp her şeyi anlatacağım. Yalnız seni çok özledim.

Kadın:

-Ben de özledim…

Şehir merkezine doğru yola koyulmuşlardı. Yıldızlar yine görünmeye başlamıştı gökyüzünde. Adama kadının gözleriyle gülümsüyorlardı…

Bir cevap yazın