ARAMIZDA DAĞLAR VARMIŞ GİBİ…

                          

SAVAŞ ÜNLÜ                                                                                                         

            Acı olan da bu, yakınımda, yanı başımda ama göremiyorum. Sesini duyacağım seslense, benden çok uzaktaymış gibi.

            Soluk alıp verişlerini duyumsuyorum. Nefesi yanık yanık karanfil kokuyor. Burnuma dek ulaşıyor, kahreden de o işte.

            Oysa düşlerim öyle büyük de değildi. Gündüz işlerini halledecekti. Geceler bizim olacaktı. Koluna girecek, uzun parmaklı ellerini tutacaktım. Temmuz ayının sıcağına inat daha bir sokulacaktım yanına. Onun sıcaklığı farklıydı. Ne terletir, ne de bunaltırdı.

            Boğaz üstünde yıldızları sayacaktık. Sıra Haliç’e gelecekti. Kayan yıldızlar altında dikleler tutacaktık. Oysa şimdi tek dileğim beş dakika da olsa melek yüzünü görebilmek. Ne yaman bir şey yanı başındaki ayrılık. Baktığım her yerde onun büyülü silueti. Gülen gözleriyle yarışan gülen yüzü. Çocuksu kara gözleri, onları bir set gibi üstten koruyan kalın kaşları.

            Gün batarken Boğaz’da rakı kadehlerimizi güzelliğe tokuşturacaktık. Şarkı söyler gibi konuşacaktı. Yeryüzünün en özgün ezgisini dinleyecektim onu dinlerken. Konuşmam güzel değil, derken kendini yalanlayacaktı ağzından yüreğime işleyen her sözcük.

            Ben de kulaklarına sevda dizeleri fısıldayacaktım. Eksiği var dizelerin, seni görmeden yazılırsa böyle olur, diyecektim.

            Çarşı içinde bir aşağı bir yukarı yürüyecektik. Tüm mekânlar gülümseyecekti bizlere. Kaldırım taşları kalkıp kalıp bakacaklardı sana.  Nerem güzel diyecektin kulağıma fısıldarcasına. Fısıldamandan başlayalım mı, diyecektim.

            Tüm yalan dolan sevdalar inat, gerçeğini yaşayacaktık. Bizim sevdamız aşkımsız, canımsız olacaktı ama en gerçeğinden.

            Nasıl da gözümde gönlümde tütüyorsun. Alıcı kuşların av peşinde koşarken döndüğü gibi dönüyorum. Benim sevdam av değil, sensin. Çaresizlik ne kötü. Geçtiğin yollarda saatlerce yürüyorum. Gittiğin pizzacıya uğruyorum. Kahve zincirinin önünde, yakınında devriye geziyorum. Yoksun gelmiyorsun. Zor durumda olduğunu çok iyi biliyorum, benimkisi boş bir heves, belki gelirsin.

            Oysa çok iyi biliyorum ki gelmeden önce arayıp gönlümde çiçekler açtıran sesinle şöyle diyeceksin.

            -Müjdemi isterim, zor da olsa bir şey uydurup çıktım, geliyorum.

            Bunu duymak için neler vermezdim neler yaşantımın gülen yazı melek yüzlüm.

            İşte o zaman İstanbul’un altını üstüne getirecektik. Yaz sıcağına inat yine koluna girecektim. Ellerini tutacak, ılık nefesinin esintileriyle kendime gelecektim.

            Daha bir gün önce altı sözcüklü mesajına bu kaçıncı bakışım. “sana sevgim de saygım da sonsuz.”

            Bırak ben sana saygı duyayım, sonsuz saygım olduğunu çok iyi biliyorsun. Beni sev diyeceğim, ondan eminim. Bırak ben seni sonsuz seveyim, seveyim, öyle seveyim ki evren böyle sevgi görmemiş olsun. Bunları niye düşünüyorum ki sevdiğimi biliyorsun. Yerini hiçbir şey tutmuyor. Sensiz her şey boş, dünya ıssız, kimsesiz çocuk gibi boynum bükük…

            Seninle kahkaha atmayı seviyorum. Bir iki güzel söz söylediğimde abartma lütfen deyişine bayılıyorum. Siyah gözlerinin derinliğinde yitip gitmeyi nasıl da özledim birkaç gündür. Yanaklarındaki gamzelerin obruğunda derinlere dalmayı, oradan yüreğine ulaşmayı sevdiğim kadar seni de çok seviyorum.

               Her yere sinmişsin. Ufka bakıyorum iri kara gözlerin, kalın kaşların. Gökyüzüne bakıyorum gülümseyen ayın on dördü gibi yüzün. Esintiler kahkahalarınla çınlıyor. Kokun sinmiş her yana. Bana sen lazımsın, çok yakınımdasın, beni kahreden o yakınlığa ulaşamamak. Yüreğimde olmam da bir şey ifade etmiyor. Seni istiyorum seni…

            Bazen insanın burnunda tüter özlediği. İki gün önce gece yarısına dek birlikteydik. Boğaz’dan esen rüzgâr altında sıcacıktı dostluğumuz. Araya bir gün girdi. Yine depreşti görme isteğim. Kaymakamlığın önünde buluşacaktık. Bir türlü iletişim kuramamıştık. Hatlardaki arıza yüzünden. İnternet de telefon da çalışmıyordu. Oysa seni nasıl da dilemiştim.  Görmek istiyordum. Görüşme zamanı da geçmişti. Sadece kokunu içime çekmek, ayak izlerini görmek için oralarda dolaşıyordum. Serap çöllerde görülürmüş. Hayır gördüğüm serap değil, sendin. Yanında baban vardı. Yollar, kaldırımlar çiçeğe durmuştu. Baban da kibar insan. Yıllarca dış işlerinde üst düzey görevlerde bulunan birinden başka ne beklenebilir ki…tonton insanlar hep böyle sevecen mi olurlar? İzmir kökenli bir tatlıcıda oturduk. Kazandibi tatlısıyla ünlüydü o yer. İki kaşık alabildim, tatlılığın karşısında hiçbir şeyin tadı yoktu. Tatlıların içinde senden tatlısı yoktu bence…

            Seni görmüştüm ya, yemenin içmenin önemi yoktu. İri gözlerinle göz göze geliyorduk, öte yandan da babanın görmesinden çekinmiyor değildim. Bıraksalar ünlü bir ressamın tablosunu izler gibi saatlerce izleyecektim. Senin kaçamak bakışların da gözümden kaçmıyor değildi.

            Ergen çocuklar gibi kaçamak bakışlarıyla bakarken birbirimize, her bakışında dünyanın yeni baştan yaratıldığını anlıyor, bundan mutlu oluyordum. O mutluluk sende de vardı. Önce kavuşmak, sonra bakışmak koşullar gereği dünyanın en güzel işiydi…  

            Bir iki saat sonra gidecektiniz. Belki bir gün, iki gün seni göremeyecektim. Bir insan nasıl böyle sevilir, anlam veremiyordum. Sensizlik nasıl anlatılır ki usta şair Ahmet Arif’in dizesi imdadıma yetişiyordu.

            -Yokluğun, cehennemim öbür adıdır… 

Bir cevap yazın