Kırk yılı geçen bir dostluğumuz var Şair- Yazar Ahmet Zeki Muslu ile. 70’li yılların sonunda Aydın-Çine Akçaova’ da tanıştık. Şiiri sanatı memleket ahvalini konuştuk. Gün geldi dertleştik, gün geldi sevinçlerimiz ortak oldu. Son olarak Kuşadası’ nda buluştuk. Güzelçamlıda, Günbatımı Kafe’ de oturup çaylarımızı sohbetimize katık yaptık. Şiiri, edebiyatı konuştuk. Eski zamanlara gittik geldik.Sonra da bu röportaj çıktı ortaya.
Ahmet Zeki Muslu, çok iyi bir şair, çok iyi bir yazar ve en önemlisi çok iyi bir insan. Ben sordum o cevapladı. Güzel bir gün, güzel bir sohbet oldu. Bu güzelliği siz okurlarımızla paylaşmak istedim.
Türkiye’de herkes şiir yazıyor, herkes şairim diyor. Şairin tanımını yapar mısınız?
Türkiye bir şiir ülkesidir, şiir gibi bir memlekettir. Bu ülkede yaşayanların şiir yazması da çok doğaldır. Bu arada Aziz Nesin’in söylediği “bu ülkede her üç kişiden, beşi şairdir” ünlü dokundurmasını da anımsamak gerekir. Ancak yazılanlar “şiir” mi, “manzume” mi, orası pek belli değildir.
Ben, o şair geçinen ya da şair denilen kişilerin yazdıklarını, söylediklerinin pek çoğunu, şiir olarak kabul etmiyorum. Şiir söz sanatlarının en zorudur. Şiir; ses ve imgedir. Bunlara duyguyu da eklemek gerekir. Duyguların sese dönüşmesi, imgenin imbikten çekilmesi gerekir. Öyle çok bilinen, kullanılan, herkesin yazıp söylediği mazmunlaşan sözcüklerle, bolca tekrarlanan, yıprak imgelerle dize kurulmaz, şiir yazılmaz. Yazılsa da özgün olmaz, şairin kimliğini yansıtmaz. Gerçek şair, az önce söylediklerimi yapmayan, kendi şiir dilini bulan, imge evrenini yaratan, söylenmemiş olanı söyleyen, yazılmamış olanı yazan söz ustasıdır.
Sizin şairliğinizi Atilla İlhan onaylamış. Atilla İlhan ve Ali Rıza Ertan’ın yaşamınızdaki yeri ve katkılarını anlatır mısınız?
Ben çok erken yaşlarda şiirle ilgilenmeye başladım. Şairliğin okulu yoktur, şiir ustalardan öğrenilir. Ben, ilkokula başlamak ve okuma yazmayı öğrenmekle birlikte, şiir eğitimime de başladım. Babam, Tarım Kredi Kooperatif müdürü idi. Odasının duvarında -1959, 1960, 1961 yılları- bir Ajans Türk takvimi asılı dururdu. Bu takvimin yapraklarında yok, yoktu. Her gün bir şairin şiiri de yer alıyordu. Ben o şiirleri defalarca okuyor, pek çoğunu da ezberliyordum. İnanmazsınız, ilkokul üçüncü sınıftayken ezberimde –usta şairlerden- yaklaşık üç yüz şiir vardı.
Orta ikinci sınıfın ikinci dönemine kadar hiç şiir yazmadım. Yazmayı da düşünmedim. Kendimde öyle bir yetenek olduğunu da bilmiyordum. Siz, benim kırk üç yıllık arkadaşımsınız. Burada ilk kez sana itiraf ediyorum. Beni şiir yazmaya başlamama, kendimden beş yaş büyük -bir vekil öğretmen- genç kız sebep oldu. Babamın görev yaptığı köye atanan lise mezunu bu genç kızın adı, Nuray idi. Şiir tutkunu, sevdiği şiirleri, mavi cilt bezli, iki ciltli kalın defterlere yazan, azcık çatlak, kendi de şiirler yazan, güzel bir kızdı. Hafta sonları o bize konuk gelirdi ya da ben onun bekâr odasına konuk giderdim. Saatlerce birbirimize şiirler okurduk. Ergenlik işte, o vekil öğretmen kıza tutuldum, âşık oldum. O’na şiirler yazmaya başladım. İşte benim şairliğim öyle başladı. Bir gün Nuray Abla, anneme “Muzaffer Abla, Ahmet Zeki’yi geç doğurmuşsun, beş yıl daha erken doğursaydın olmaz mıydı?” diye bir sitayişte bulundu. O gün, Nuray Abla’nın yazdığım şiirleri beğendiğini, benim yaşımın küçük olmasına hayıflandığını anladım. Öğretim yılı sona erdi, Nuray Abla’yı -aradan elli dört yıl geçti- bir daha görmedim. O beyaz tenli, siyah kıvırcık saçlı, açık sözlü, iri siyah gözlü güzel vekil öğretmeni görememek, özlem, arayış, tutku duyguları şiir yazmamı tetikledi.
Hep şiir düşündüm, dize aradım, sözcüklerle oynadım. Benim yaşıtlarım gibi platonik sevgilim yoktu. Ben gerçek sevgiliyi bulmuş, aşkın ne olduğunu bilmeden öğrenmiş ve yitirmiş biriydim. Şiirimi; aşk, yaşanmışlık, özlem, yalnızlık ve ayrımına varamadığım toplumsal gerçeklikler üzerine kurarak yazıyordum. Yaşıtlarım aşkı arıyordu, ben aşkı yaşamıştım. Aşkın o yıllarda insanın içindeki yaratıcı gücü, duyguları harekete geçirdiğini öğrendim.
Demokrat İzmir Gazetesi ve Dönemeç derginsinin size katkıları çok bildiğim kadar.
Demokrat İzmir gazetesi, yetmişli yıllarda Ege Bölgesi’nin en çok satan iki bölge gazetesinden biriydi. Çarşamba günleri tam sayfa edebiyat sayfası da yayımlıyordu. Ben sayfayı takip ediyordum ama ürün göndermeye cesaret edemiyordum. Çine TARİŞ’de memur olarak çalışıyordum. Puanım yüksek de olsa, o yıllarda iki tane olan hukuk fakültesinden birine girememiştim. Hayata küsmüş, kendi içine kapanmış, Necati Cumalı gibi avukat/ şair-yazar olma hayalimi yitirmiştim. Şiirler ve öyküler yazıyor, kendime saklıyordum. Liseden edebiyat öğretmenim Ali Rıza Ertan ile mektuplaşıyorduk. Lise yıllarından yazdıklarımla yakından ilgilenen öğretmenim, şiir ve öykülerimi kendisine göndermem için üsteledi. Daktilo ile çoğalttığım ürünlerimin birer nüshasını gönderdim. Buca Lisesi’nde öğretmen olan Ali Rıza Ertan benim şiirlerimi, Demokrat İzmir Sanat Edebiyat sayfasını yöneten Atilla İlhan’ın masasına bırakmış. Atilla İlhan benim şiirlerimi okuduktan sonra, “Ali Rıza, bu çocuk kim?” diye sormuş. Öğretmenim de “benim Çine Lisesi’nden öğrencim” demiş. Ünlü şair, bu kez, “Ali Rıza bu çocukta şair mayası var, peşini bırakma” demiş. İşte benim Demokrat İzmir Gazetesi Sanat/Edebiyat sayfasındaki edebiyat dünyasına yolculuğum böyle başladı. Bu sayfa kaldırılana kadar, orada pek çok şiirim yayımlandı.
Demokrat İzmir Sanat/Edebiyat sayfası çok önemli bir işlev görmüştür. Bugün Ege Bölgesi’nde adlarını duyuran pek çok şair ve yazar bu sayfadan yetişmiştir. Kimler yok ki, Ali Rıza Ertan, Hüseyin Yurttaş, Ahmet Günbaş, Veysel Çolak, Timuçin Özyürekli, Buket Uzuner, Şükran Farımaz, ilk anda aklıma gelenler.
Avukat olma düşüm gerçekleşmeyince öğretmen olmaya karar verdim. O yıllarda Ege Bölgesi’nde Eğitim Enstitüsü yoktu. Aydın’a en yakın eğitim enstitüsü Isparta’da vardı. Orayı tercih ettim. Türkçe bölümünü değil de sosyal bilgiler bölümünü yeğledim. Türkçe öğretmenliğine tutuyordu puanım ama Türkçe derslerini pek sevmezdim. Cümlenin öğeleri, zarf, tümleç, edat, fiil…. Sonra deyim açıklama, yabancı kelimelerin karşılıklarını sözlükten bulma, bana çok basit geliyordu. Ben, zaten bunları biliyordum. Bu nedenle sosyal bilimleri yeğledim.
Isparta Eğitim Enstitüsü’nde okuduğum yıllar, olaylı yıllardı. Ben de tam olayların göbeğindeydim. Şiirle de en çok haşır neşir olduğum, şiir üzerine en çok kafa yorduğum yıllardı. Duramadan yazıyor ve yazdıklarımı iki ayda bir Ali Rıza Ertan’a gönderiyordum. Benim sabit adresim yoktu. Meğerse gönderdiğim şiirler İzmir’de yayımlanmaya başlanan DÖNEMEÇ dergisinde yayınlanıyormuş. Benim dört sayı sonra haberim oldu. Böylece Dönemeç dergisi maceram başladı. Ege’nin en uzun ömürlü dergisi olan bu dergide, en çok şiiri yayımlanan üç şairden biri oldum.
Sanat kardeşliği ve sanat dostluğu, diye bir tabir var mı sizce? Muzaffer İzgü’nün yaşamınızdaki yeri nedir?
Var da diyemem, yok da diyemem. Fakat Dönemeç dergisini çıkaranlar benim edebiyat dünyasındaki en yakın arkadaşlarım oldu. Ali Rıza Ertan sanki öğretmenim değil, ağabeyimdi. Evinde çok kaldım. Aynı şekilde Maksut Doğan da ikinci ağabeyimdi. Sonra Hüseyin Yurttaş, Ahmet Günbaş, Hidayet Karakuş, Timuçin Özyürekli, Sedat Şanver bana arkadaşlarım değil, kardeşlerim gibi gelir. Aramızda öylesine bir arkadaşlık ve dostluk gelişti. Biz, bu arkadaşlarla birbirimizin gölgesini bile çiğnetmeyiz.
Muzaffer İzgü’yü seksenli yılların başında tanıdım. Muzaffer ağabey benim doğduğum belde olan Akçaova’da sınıf öğretmenliği yapmıştı. Adanalı olmasına rağmen Aydınlı bir yazar olarak tanınmıştı. Benim Aydınlı olmam, Muzaffer ağabeyin uzun yıllar Aydın’da öğretmenlik yapması bizi birbirimize yakınlaştırdı. Çok güzel bir ağabey- kardeş ilişkimiz oldu. Son yıllarda Muzaffer ağabey bana “oğlum” diye hitap etmeye başladı. Mutluluk duydum. Pek çok etkinliğe ve okulların düzenlediği imza günlerine birlikte katıldık.
Dergi çıkarma hayalinizi gerçekleştirdiniz. Biraz anlatır mısınız?
Ben edebiyatın içersine girdikten sonra dergi çıkarmak hiç aklıma gelmedi, düşünmedim de. Ben dergiciliğe sürüklendim. Seksenli yıllarda ülkemizin üzerinden tanklar geçmişti. Toplumcu-gerçekçi çizgide şiir yazan şairlere dergilerin kapıları kapanmıştı. İşte bu yıllarda Aydın’da sık sık buluştuğum, şiir konuştuğum Maksut Doğan ile dergi çıkarma düşleri kurmaya başladık. Finansör arayışına girdik. Bir iki varlıklı, bize destek olacak adam da bulduk. Fakat tam bu sırada Maksut ağabey o amansız hastalığa yakalandı ve bu dünyadan ayrıldı. İşte dergi çıkarma yükü böylelikle benim omzuma kaldı. Maksut ağabeyin bir vasiyeti olarak bu dergiyi çıkarmalıydım. AYDINCA’yı böyle bir sorumluluğun yüküyle 1996-1997 yıllarında on altı sayı çıkarabildim.
Dergi çıkarmak dünyanın en zevkli, keyifli işlerinden biriydi. Top sizin elinizde oluyor, takımı siz kuruyor, oyuncuları siz seçiyorsunuz.
Daha sonra 2007-2016 yılları arasında dokuz yıl, elli dört sayı hiç aksatmadan, Karacasu Eğitim Kültür Vakfı’nın desteği ile Tahsin Şimşek arkadaşımla birlikte AFRODİSYAS SANAT dergisini çıkardık. Adından sıkça söz ettiren, Türkiye geneline dağıtılan bir dergi oldu. Altmışlı ve yetmişli yılların toplumcu kuşağından pek şair ve yazar tarafından desteklendi, ilgi gördü.
Şiir kitaplarınız hangileriydi? Memleketin yörelerini şiirinize nakış nakış işlediğinizi görüyorum. Sosyal sorunlarla sevdalar birlikte harmanlanmış sanki.
İlk şiirlerim 1975 yılında yayımlandı. Pek çok şairin tersine kitap çıkarmakta acele etmedim. 1986’da ilk şiir kitabım, Önce Ozanlar Çıktı Gurbete yayımlandı. Sonra sırasıyla; Ülkem Dört Mevsim Sonbahar, Aşkın Anayurdu, Adı Sevda Olan Kadınlar, Zaman Şaşırdı Menzilini, Yalnızlığın Kuşluk Vakti ve Gönülevinin Kiracısı yayımlandı.
Ben yüksekokulu Isparta’da okudum, ilk öğretmenliğe Diyarbakır’da başladım. Aydın’dan Diyarbakır’a kadar olan coğrafyada yaşadığım, gördüğüm, tanık olduğum imgelemine düşen olayları, olguları, görüntüleri, insanları şiirlerimde yansıtmaya çalıştım. Böylelikle idealist dünya görüşüme, memleket sevdası, yâr aşkı da girdi, sizin sözünü ettiğiniz şiir harmanı ortaya çıktı.
“Bütün çocukları şairlerle bölüştürdüler / bana siz düştünüz” Yıllar önce çocuk kitapları yazmaya başlayınca hatırımda kalan dizeler. Çocuk kitaplarınız da onlardan söz eder misiniz?
Ben edebiyatın her dalında kalem oynattım. Edebiyat dünyasının içinde uzun yıllar var olmam bana şunu öğretti. Bir şair, yalnızca şiirleri ile bu dünyada ayakta kalamıyor. Mutlaka şiir dışında düz yazı da yazmalı. Hiçbir şey yazamıyorsa, kendi şiiri üzerine, şiir anlayışı üzerine, başka şairlerin şiirleri üzerine kalem oynatmalı. Ben son yıllarda şairliğim ve romancılığım ile anılsam da Muzaffer İzgü’nün yönlendirmesiyle Aydın’daki yerel gazetelerde takma adla makaleler, dizi yazılar yayınladım. Pek çok derginin özel sayısında dosya konusu ile düz yazılar kaleme aldım. Belli bir konuda hazırlanan, aramızdan ayrılan şair ve yazarlar için basılan ve pek çok etkinlik için bastırılan ortak kitaplarda düz yazı ve şiirlerimle yer aldım.
Yetmişli ve seksenli yıllarda yazdığım üç oyun, amatör tiyatro topluluklar tarafından sahnelendi. Bu arada çocuklar için de yazdım. Üç gençlik romanım Koza Yayınevi tarafından yayımlandı. Türkiye ortalamasının dışında beşer bin adet basıldı. Sizin sözünü ettiğiniz şiir 1977’de yazıldı. Siz Akçaova Ortaokulu’nda öğretmendiniz. Benden çocuklar için şiir istemiştiniz, bu şiiri beldemin çocukları için iki günde yazmıştım. Belki unutmuş olabilirsiniz, bir 19 Mayıs’da okunmak için de benden şiir istemiştiniz. Yazdım verdim, en çok alkışı o şiiri okuyan çocuk aldı. Çocuklar için yazdığım bir dosya şiir, hâlâ bir çekmecemde duruyor.
Mor Cepkenliler, Menderesin İki Yakası ve Fetretin Kartalı ‘Aydınoğlu Cüneyt Bey’ adlı romanlarınız çok okunuyor. Romanlarınızın sonunda kaynakçalar var. Tarih ve kurmaca bir arada mı bu romanlarda?
Ben lisans düzeyinde tarih öğrenimi gören biriyim. Yirmi yedi yıl, beş ayrı lisede tarih öğretmenliği yaptım. Tarih bir bilim dalıdır. Ancak tarih, yoruma daldıkça anlam kazanır ve zenginleşir. Bu romanları yazarken şunu amaçladım. Resmi tarihin dışında bir başka tarih daha var. Okuduklarınız, bildikleriniz sizin bildiğiniz gibi değil. Sizin bilmediğiniz, olayların arkasında gizlenen olgular var, demek için uğraştım. Kıllıoğlu Hüseyin Efe, devlet güçleri için asi olarak tarihte adı yazılı. Oysa Kıllıoğlu, Yunan ilerleyişine karşı Aydın Cephesi’nde ilk kurşunu sıkan kişi. İzmir’de ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin kahraman da Kıllıoğlu neden hain? Osmanlı’nın eğitemediği zeybek kafası işte! Düzenli orduya karşı çıktığından… Hiç askerlik yapmamış birine siz, ordu nedir anlatabilir misiniz?
Ya Aydınoğlu Cüneyt Bey bütün Osmanlı tarih kitaplarında ve Cumhuriyet döneminde yazılan ders kitaplarında o da hain. Cüneyt Bey Osmanlı ile aynı yıllarda kurulan Aydınoğulları Beyliğinin son beyi. Osmanlılara katılmaya karşı çıktığından, İzmir merkezli bir devlet kurmak için mücadele verdiğinden. Ya başarsaydı? Alttı yüz yıllık Osmanlı İmparatorluğu yerine Aydınlı İmparatorluğu olacaktı. Bunu sorguladım, bu konuda yazılan tüm kaynaklara ulaşmaya çalıştım. Tarafsız tarihçilerin eserlerinden yararlanarak bu romanları yazdım.
Sağ olsun okurlar bu kitaplara büyük ilgi gösterdi. Mor Cepkenliler basıldıktan sekiz ay sonra ikinci baskısı yapıldı. Türkiye’de kitap okunmuyor deniyor ya, katılmıyorum. Okunuyor. Yazdığınız kitap bir boşluğu dolduruyorsa, yeni bir anlam yaratıyorsa okur sahipleniyor ve okuyor.
Okuyanlara selam olsun!…..
DAĞLAR
dağlar eşkıya, pür silah
baştan eteğe yasadışı
yaralı, uysal bir nemrut
ve başını bulutlara uzatan kurban
san ki yangınını arayan bir orman
dağlar hicazdan uzak
yanık bir bozlak
kekik, yarpuz yurdu
ve yetim bir çocuk çığlığı
san ki efkarlı bir sevda eteği
hangi saatte kapısını çalsan
sıcak bir ana kucağı
isyanın değişmez mekanı
ve iskana karşı bir yörük obası
san ki isyankar bulutlar kalesi
ayı ve günü ilk karşılayan
ve törensiz uğurlayan
eşkıya türkülerinin karargahı
ve cesaretin, hüznün dergahı
san ki zemheriye kafa tutan haziran
Ahmet Zeki Muslu
Agora Dergisi Ocak-Şubat 2002 sayısı