“Laodikya’da Gün Batımı, Pamukkale’de Gece Yürüyüşü” sloganıyla gelmişti gezi haberi. Aslında bu tür gezilere gitmiyordu. Uzun yürüyüşleri hem sevmez hem de yürüyemezdi fazla. İkinci kez katılacaktı bu grubun etkinliğine. Arkadaşı öyle çok ısrar etmişti ki kıramamıştı. Otuz kişilik arabayabindiklerinde çoktan pişman olmuştu geldiğine. Grupta herkes birbirini çok iyi tanıyor ve çok rahat konuşuyordu. Güzel esprilerin yanısıra çok bayatları da geliyor ve canını sıkıyordu. Bu gün içinde bir sıkıntı vardı zaten. Sabahtan beri iyi hissetmiyordu kendini. Bazen sessizlik ister ya insan, işte o durumdaydı. Şimdi evinde olmalı, salonda televizyonu bile açmadan kendini dinlemeliydi. Ne yazık ki olan olmuş yola çıkmıştı bir kere.
Arkadaşı Aylin de sıkıntısını anlamış olmalıydı. “Sana söylüyorum kızım duymuyor musun beni?” dediğinde şaşkınlıkla bakmıştı. Meğer üçüncü seslenişiymiş arkadaşının. Canı konuşmak da istemiyordu ama mecburen konuşmaya başladı. Arabada her kafadan bir ses çıkıyordu zaten. En iyisi kulaklığı takıp müzik dinlemekti. Nasıl akıl edememişti şimdiye kadar. Bütün gürültü patırtıdan, soğuk esprilerden uzak olurdu böylece. Kulaklığını taktı, gözlerini de kapayınca bu dünyadan koptu. Oh be dünya varmış, diye düşündü. Ne kadar zaman geçtiyse aradan, arkadaşının dokunmasıyla gözlerini açtı. Herkes arabadan iniyordu. Laodikya’ya gelmişlerdi. İstemeye istemeye indi arabadan. Serin esen rüzgarın kendine iyi geldiğini hissetti ve hafifçe gülümsedi farkına varmadan. Aylin: “Bakıyorum keyfin yerine geldi.” deyince ona da gülümseyerek baktı ve başıyla onay verdi. Kalabalığın arkasından yürümeye başladılar. Güliz, Aylin’in elini tuttu ve usulca: “Yavaş ol, biz ayrı takılalım.”dedi. Aylin gülümseyerek onayladı arkadaşını ve bir süre beklediler. Sütunların arasından güneşin batışı muhteşem görünüyordu. Nefeslerini tutup izlediler gün batımını. Grup uzaktaydı ve sesleri gelmiyordu. Kalabalık onlara yaklaşırken arabaya yöneldiler. Güliz kendine gelmişti. Şimdi daha iyi hissediyordu kendini. Can arkadaşıyla her yere giderdi aslında. Sevgiyle bakıp gülümsedi. Arkadaşı da aynı şekilde baktı ona.Tekrar yola koyuldular arabayla. Kuzey Kapısı’na gelince indiler arabadan. Buradan travertenlere kadar yürüyecekler, sonra da göl kıyısına ineceklerdi. Gişelere yöneldiler. Bilet almaları gerekiyordu. Bilet alınırdı, alınırdı ama elli liraya da alınmazdı. Devlet vatandaşını kazıklıyordu resmen. Bu para Denizli’de kalmıyor doğrudan başkalarının cebine gidiyordu. Bu çok can sıkıcıydı. İnsanın bir misafiri gelse gezdirmek istese servet ödeyecekti. Ailecek gelinse de aynı şey olacaktı. Biletler alındı yola düşüldü. Arkada gün ışığı azalırken akşam karanlığı da geliyorum, diyordu. Hierapolis’in anıt mezarlarının yanından geçip travertenlere ulaşıldı. Ayakkabılar ve çoraplar aceleyle çıkarılıp ayaklar sıcak sularla buluşturuldu. Fotoğraflar çekildi. Travertenlerin görünüşü muhteşemdi. Aşağıda gölün görünüşü de muhteşemdi. Ekipbaşı: “Haydi arkadaşlar aşağıya inmeye başlıyoruz.” deyince bir korku düştü Güliz’in yüreğine. Aşağıya nasıl inecekti, aşağıya nasıl bakacaktı? Niye gelmişti buraya? Yükseklik korkusunu nasıl unutmuştu? Herkes yürümeye başladı ama o kalakaldı olduğu yerde. Aylin de gitmişti. Allahım ben şimdi ne yaparım, ne yaparım? Geri de dönemem, Aylin de gitti, diye düşünürken bir ses duydu yanında. Gruptan bir bey sesleniyordu: “Haydi, gelmiyor musunuz?” –“Be… ben gelemem.”“Nasıl, neden gelemezsiniz?” – “Bende yükseklik korkusu var.” – “Merak etmeyin ben yardımcı olurum size.”
Hiç tanımadığı adamın elinden tuttu. Kah suların içinden kah havuzların içinden yavaş yavaş, konuşa konuşa indiler göle. Ama adam ona neler anlattı, kendisi ne cevaplar verdi hiçbiri aklında kalmadı. Amacı sadece düşmeden aşağıya inmekti. Onu da başarmıştı. Bu adamı, bu kurtarıcıyı Allah göndermişti sanki. Kahramanıydı bu adam. Aylin’i oracıkta dövmeliydi. Kendisini buralara getirmiş ve yalnız bırakmıştı. Bir de kulağına fısıldamaz mı: “Kız nereden buldun bu yakışıklıyı?” Bilse yakışıklı makışıklı görecek gözü olmadığını. İlk kez dikkatle bakmıştı adama. Gerçekten çok yakışıklıydı adam. Çok da kibardı. Hiçbir yanlış hareketi olmamıştı yol boyunca. Bu adama binlerce milyonlarca teşekkür borçluydu. Oysa adını bile bilmiyordu daha. Halbuki söylemişti adını ama anlamamıştı o korkusunun içinde. Neyse öğrenirdi nasıl olsa. –“Ben sana gösteririm.” – “Ne oluyor kızım sana” – “Beni yükseklik korkumla buralara getirdin, sonra da bırakıp gittin. Bu arkadaş olmasaydı kalmıştım oralarda.”
Kemal,şaşırmıştı kadının ilk halini görünce. O güzel, neşeli kadın donup kalmıştı. Heykel gibi kaskatı duruyordu. Gözlerini de kapatmıştı. Bir terslik olduğu belliydi. Önce tereddüt etmişti. Ama kadın durumunu anlatınca “iyi ki” demişti. Gerçekten yardıma ihtiyacı olduğunu düşünmüştü.Güliz, durup durup teşekkür ediyordu. Sonunda dayanamadı teşekkür etmeyi yasakladı Kemal. Göl kıyısında saatlerce sohbet ettiler Güliz, Kemal ve Aylin. Bu arada telefon numaraları alındı fotoğraf gönderimi için. Dönüş sanki çok hızlı oldu. İyi geceler dilekleriyle ayrıldılar.
Nasıl teşekkür etmeliydi Güliz Kemal’e? Bir daha nerede görecekti? Bazen “dünya çok küçük” der ya insan, doğrudur. Bir kafenin girişinde karşılaşıverdiler. Hal hatır sormalardan sonra bir kahve içimi için oturdular. Laf lafı açıp konuşurlarken zamanın nasıl aktığını bilemediler. Akşam Aylin telefonun ucundaydı. – “Bak kızım Güliz, sizi gördüm. Kızım o ne elektrik öyle. Şimşekler çakıyordu aranızda.” “Saçmalama” dese de kendini sorguladı Güliz. Galiba bir şeyler vardı. Zamana bırakmalıydı. Adı konurdu er geç. Önce bir iki telefon konuşması, sonra mesajlar… Evet adı konmuştu. Kurtarıcısına, kahramanına aşık olmuştu. Kurtarıcı da bağımlısı olmuştu onun. Şimdi Pamukkale’ye gidiyorlar ama travertenlere çıkmak yok. Göl kıyısı yetiyor onlara. Laodikya’da günbatımını izliyorlar önce. Onlar şimdi evli ve çok mutlu.