HERKES SEVDİĞİNE BÖYLE Mİ YANAR

                                         

            SAVAŞ ÜNLÜ                                                                                                          

            Sabahleyin erkenden kalkmıştı. Yaşantımın gülen yüzü, kar tanem, dünya tatlısı dediği canı gibi sevdiği kadın gidecekti. Kısa bir ayrılık olsa da ayrılık acısı iliklerine dek işliyordu. Gece boyu düşler görmüş, sağlıklı uyuyamamıştı. Düşlerde de olsa güzellik demetini görmek hiçbir şeye değişilmezdi.

            Sabahleyin erkenden semt pazarına gitti. Turşuluk sebze, kurutmalık biber alacaktı. Helin’e sözü vardı. Biberini kurutup turşusunu yapacaktı.

            Yüzü asıktı, hiç alışık olunmayan bir durumdu. Sürekli söylediği sözü herkes ezberlemişti. Yaşama gül ki yaşam da sana gülsün. İçinden gelmiyordu. Canımın içi dediği Helin’den her kısa ayrılıklarda hüznün girdabında yok olup yiterdi. Koca adam otogarlarda ağlardı. Şairin dizesini anımsardı. Böyle sevmek görülmemiştir.

            Çok kadın arkadaşı olmuş, kimseyi sevmemişti, sevememişti. Seni seviyorum, sözünü de ilk kez Helin’e kullanmıştı. Nasıl sevilmezdi öyle bir kadın? Çocuksu bakışları, kalın kara kaşları, kara gözleriyle, içine dünyayı sığdırdığı sevgi dolu kalbiyle sevmemek olası mıydı? Yaşamında tek sevdiği, kadın olarak saydığı tek kişiydi.

            Pazarda her zaman alış veriş yaptığı köylü anlamıştı.

            -Yüzün asık Muhsin Bey, seni böyle görmeye alışık değiliz. Şaka bile yapmadın.

            Ne diyecekti, ayrılıklarda ağlarız, hüznün denizinde debeleniriz mi? Yüzünde zoraki bir gülümseme belirdi.

            -Bilmiyorum Memet ağa, işte oldu, bugün de böyle olsun.

            Eve geldi salatalık, biber turşusunu cam kavanoza kurdu. İnce, kıl acı biberleri ipe dizdi. Balkona astı. Biberleri ipe dizdikten sonra özel tülden yaptığı korunaklı kılıfların içine koydu, öyle astı. Sinek, böcek yumurtlayıp da asalak bırakmasın içine. Çoğu kişi bilmezdi bunu. Hele işin içinde sevdiği varsa daha özen gösterirdi.

            Sıcak bir haziran günü yaşanıyordu kentte. Elli yıldan beri görülmeyen sıcaklardanmış. Temmuz, ağustos ayında ne olurdu kim bilir? Ağustos ayında birlikte tatile gideceklerdi. İple çekiyordu o günleri…

            Akşam karanlığı kentin üzerine damla damla düşerken evden çıktı. Çarşı caddesine daldı. Serinlikten eser yoktu. Kalabalıktı alabildiğine. Ama kimseyi göremiyordu. Daha dün aynı saatlerde Helin’le gezmişlerdi buralarda. Nasıl da şen şakraktılar. Çocukça bir sevinç sarmıştı tüm benliklerini. Tüm mağazalar, caddeler, yollar gülümsüyordu kendilerine. En çok da Helin’e…

            İnsan kalabalığında tek kişi görememek nasıl bir şeydi? Kimsenin yüzünü seçemiyordu. Deli Doktor dediği doktor arkadaşının sözünü anımsadı, mum yüzlüler, mum yüzlü insanlar, ölü bunlar ölü… Sıcaklıktan, içtenlikten uzaktı tüm insanlar. Binlerce, milyonlarca insan içinde yalnızlık çok zordu. Nasıl da acı veriyordu…  

            İnsanların üstüne üstüne geldiklerini gördü. Burada kalamazdı. Canımın içi dediği Helin’i bile düşünmesine izin vermiyordu sevgiden arınmış kişiler. Zor attı kendini sahile. Balık ekmek satan tekneyi gördü. Helin de kendisi gibi titizdi. Kızaran yağın kokusunu beğenmemişti. Kim bilir kaçıncı kez aynı yağda kızartıyorlar, demişti Dünya Tatlısı kadın.  

            Yasemin kokulu kafeteryaya oturmuşlardı. Orada güzel bir kokuyu duyumsarlardı. Muhsin, koku senden geliyor, derdi Helin’e. Şakacı, esprili kadındı. Muhsin’in onu çok sevmesinin bir nedeni de buydu. Koku başka yerimden gelmiş olmasın, der birlikte gülerlerdi. Arkasından da eklerdi. Dediğim yerden gelse bu koku böyle güzel kokmazdı. Neşeli birlikteliğe çoğu kişi gıpta ederdi.

            Yasemin kokusu kafeteryaya adım atar atmaz başlardı. İncecik bir çiçekten yayılan o koku inandırıcı olamazdı. Nasıl bir bitkiydi ki boyuna posuna bakmadan kokuyu yayardı her yana. Uyarıcı, sakinleştirici özelliği hemen belli ederdi. Zarif bir koku nasıl olur gece boyu gösterirdi kendini. Beyaz mini mini çiçekleri güzelliği de simgelerdi. Zaman geçtikçe büyüleyici kokusu tüm benliği esir alırdı. Sevdikçe sevesiniz gelirdi.

            Helin derin bir nefes alır.

            -Beyaz saflığın en güzel anlatımı değil mi? Temizlik, duruluk, masumiyet de var bu kokuda.

            Muhsin:

            -Bizim sevgimiz gibi…

            Helin, iri, kara gözlerini diker. Masumiyetin cirit attığı yüzünde gülümseme belirir. Yılların tiyatro oyuncusu bakışlarını öyle güzel kullanır ki Muhsin’in içi giderdi. Konuşurken karşısındakine şiir okuyormuş hissini verirdi.

            -Bizim sevgimiz de saf, temiz, duru, der.

            Muhsin başını içtenlikle sallar. Helin’e göre eşi benzeri olmayan biridir yanındaki adam. Kaçağı göçeği, yalanı dolanı yoktur. Bir çocuk saflığındadır, tertemizdir.

            Yasemin kokusunda kendilerinden geçerler. Muhsin, arada sırada eşi benzeri olmayan sevdiğinin kulağına şiirler fısıldar. Yaşamda tek sevdiği kadın için en hoş dizeleri bulur fısıldamaya başlar. En son geldikleri gece Dante’nin İlahi Komedyası’ndan bölümler okumuştu. Edebiyatı iyi bilirdi. 1980 darbesiyle her şeyden koparılmıştı. Sadece yaşamdan kopmamış, koparılmamıştı, kimsenin buna gücü yetmemişti. İnsanı seviyordu fazlasıyla. Özel bir şirkette çalışıyordu, ama edebiyat, yazı sevgisi sürüyordu. Yazıyor, üretiyor, onları kitap olarak da yayınlatıyordu.

 “Gün bitiyordu, kararan hava/ yeryüzündeki canlıların yorgunluklarını alıyordu/ ben de tek başıma,/ belleğimin yanılmadan aktaracağı/ yolculuğu, tanık olacağım acıları/ karşılamaya hazırlanıyordum…”

            “benim de içimdeki soru sorma isteği/ bir kabarıp bir diniyordu/ kimi kez dudaklarım kıpırdıyordu./”

            “yan yana gelen mutlu ruhların/ büyük bir keyifle oluşturdukları,/ kanatları açık güzel çizim, karşımda duruyordu;/ her ruh sanki küçük bir yakuttu,/ içinde güneş ışınları kaynaşıyordu/ ışınlar gözlerime vuruyordu./”  

            “öyle bir anı bıraktım ki yeryüzünde,/ yolumdan gitmeseler de,/ kötüler bile beni övmekte./”

            “Gözlerim kadınımın yüzüne çevrilmişti,/ düşüncelerden arınan ruhum da/ gözlerimi izlemişti./”

            “Şimdiye dek onunla ilgili söylediklerim/ yan yana getirilseydi tek bir övgüde,/ yetmezdi şimdiki güzelliğini belirtmeye./”

            Muhsin şimdilik bu kadar der gibi bakmıştı Helin’e.

            -Son bölüm sana. İlk iki bölüm Cehennem’den, diğerleri Cennet bölümünden. Dante’ye Cennet bölümünde rehberlik edecek olan Beatrice’dir. Dante ömrü boyunca düşünce dünyasının esin kaynağı Beatris’e bağlı kalmıştır. Ben de sana öyle bağlı kalacağım…

            Helin bu sözlere gülümsüyordu. Muhsin’in elini sıkmakla yetiniyordu. Biliyordu onun dürüstlüğünü. Sevgi konusunda ne güzel sözler söylerdi. Helin o yaşına dek kimseden duymamıştır bunları.

“Sevgi, aşk, cesur yürek ister. Erkekte cesaret yoksa sevgi de aşk da yoktur. Sevgi, aşk öyle yüreklerde yeşerir. Yüreğin ne denli kocaman olursa olsun, bir kişilik yer vardır. İki üç olursa o yalandır, aşk orada yeşermez. Ben şimdiye dek aşk yaşamadım bilir misin? Çok birlikteliğim oldu ama bir kişiye seviyorum demedim. Bunu tek sana söyledim. Tek sevdiğim sensin. Her şeyim sensin yaşamımda, tüm değerlerim üstüne yemin ederim. Senden başka kimse de yok çevremde sevebileceğim,  güvenebileceğim…”

Helin, içtenlikle inanırdı bu sözlere, sorardı.

-Bana çok sık kullanıyorsun seni seviyorum, sözünü. Bu sözü de kimseye kullanmadığına inanıyorum. Tılsımlı sözün çok mu yükümlülüğü var?

Muhsin başını salladıktan sonra açıklardı.

-Bu söz sorumluluk ister. Gereğini yapamayacağın şeyi söylemeyeceksin. İçini kolay kolay dolduramayacağın sözleri kullanmayacaksın. Günümüzde aşkım, bebeğim sözlerinin içi iyice boşaldı. Seni seviyorum sözü sorumluluk taşır. Geleceğe vaat vardır. Önce inanmak, karşındaki inandırmak gerekir. Davranışlarınla o sözün arkasını doldurman gerekir. Günü kurtarmak için kullanılmamalı. Anlık, anı kurtarmak için söylenmemelidir. Seni seviyorum deyince bu sevgi yaşam boyu sürmelidir. Seni seviyorum deyip de evde bekleyene gidilmemelidir. Sevdiğin tek olmalıdır. O sözü tek kişiye söylemelisin, sana söylediğim gibi. Gençliğini vermiş, çile çekmiş, her sorununda yanında olmuş biri neden yaşam boyu sevilmesin. Aşkım, bebeğim…”

Helin, Muhsin’in yüzüne bakar, başını sallar.

-Demek aşkım, bebeğim…

Muhsin:

-Bu aşkımın içi dolu, günümüzdekiler gibi değil. Efe, zeybek yürekli kadımın benim…

Helin önceleri inanası olmazdı. Nereye gidelim, dediğinde sen seç derdi. Kimseye diyet borcu olmadığını, kimseden çekinmediğini üstüne basarak söylerdi Muhsin. Bunları yaşadıkça Helin daha bir seviyordu koca çocuğu. Başka erkekleri de bilirdi. Şuraya gidelim deyince orası olmasın, burası olmasın, diye kırk dereden su getirtirlerdi.

Yasemin kokan kafeteryaya oturduklarında güneş henüz batmamıştı. Güneş köşesine çekilirken ebruli akşamları yaşamışlardı. Güneş Körfez’de batarken denize başka bambaşka renkler bulanmıştı. Kentin üstüne lapa lapa kar gibi yağmıştı gece. Yıldızlar belirmiş gökyüzünde. Her yıldız ikisinin de içindeki yıldızları çoğaltmış, tüm bedenleri ışığa kesmişti.

Birkaç gece önce teleferikle çıkılan bir lokantaya gitmişlerdi. Şehir ayaklarının altındaydı. Her ev bir ateşböceğiydi. Gecenin karanlığında o ışıltıları izlemek çok hoştu.

Helin şakacıydı.

            -Tüm evler anlaşıp ışıklarını söndürse ne olur.

            Muhsin:

            -Düşündüğün şey olur.

            Gülerlerdi bu şakalara, kendiliğinden gelen sözlere…

 Muhsin yine Helin’in güzelliğine takılmış kalmıştı. Tüm benliğini yansıtan beyaz yüzüne, iri gözlerine, kalın kaşlarına, hokka gibi burnuna. Tuvalete giderken salınarak yürüyüşü, salınışına kurban olayım, dedirtiyordu insana. Kadın efe derdi canımın içi. Uzunca boyuyla ne güzel de salınırdı. Birkaç ay önce bir konserde ne güzel zeybek oynamıştı Helin. Eğiliş kalkışlar, adım atışlar, yere diz vuruşlar, oynamamış, bir sanat harikası yaratmıştı. Tiyatrocuydu, oyunları bilirdi. Helin’inki olağanüstüydü. Oynamıyor, yaşıyordu. Ona ayak uydurmaya çalışmış, yapamamıştı. Alnından öpmüştü Kar Tanesini… Çocuksu yüzü, güzel yüreği, gülümseyen gözleri, yüzü, yaşamın bana sunduğu en güzel armağan derdi canı gibi sevdiği kadına.

Masa donanmıştı yine. Muhsin, yemese de masa zengin görünsün derdi. Babasından bir armağan, gelenekti masayı donatmak. Helin atıştırıyordu. Muhsin’i uyarıyordu.

-Haydi yesene…

Muhsin:

-Karşımdaki öyle tatlı ki canım bir şey yemek istemiyor. Bu yiyeceklerde o tadı, tatlılığı bulamayacağımdan korkuyorum.  

Helin durur mu?

-Benim karşımdaki de çok tatlı ama tüm tabakları silip süpürüyorum…

Muhsin, canı gibi sevdiği kadının soğuk duruşundan dert yanardı.

-Tanıdığım kadınlar içinde en soğuk davranışı sen gösteriyorsun, kafama takılmıyor değil, acaba beni sevmiyor mu, diyorum kendi kendime…

Helin bu soruya kızar, üzülürdü.

-Sevmesem yanında ne işim var. Yaradılışım öyle, isteyerek yaptığım bir şey değil. Sen sevilmeyecek insan mısın? Haydi işin içine biraz arabesk katalım, seni sevmeyen ölsün…

-Canımsın, her şeyimsin, derdi Muhsin…

Muhsin ile Helin’in anlaşamadıkları bir konu vardı. Yemekten sonra hesap gelince ikisi de ben ödeyeceğim, diye atılırdı. Muhsin genelde ödemeye kalkardı. Helin sitem ederdi hemen.

-Böyle olursa bir daha gelmem…

Bunu duyan Muhsin çok üzülürdü.

-Lütfen Helin, bir daha bu sözü kullanma. Bu sözü söyleyeceğine vur beni daha iyi. Sana yalvarıyorum, bu sözü bir daha kullanma. Bana söz ver.

Helin’in sevgi dolu yüreği yumuşayıverir.

-Tamam söz bir daha kullanmayacağım.

Helin’in hesap ödemedeki isteği Muhsin’in çoğu erkek arkadaşında yoktur. Bu yönüyle de milyon kez gözünde büyürdü bu tatlı, güzel kadın…

Tüm bunları anımsadı tek başına oturduğu kafeteryada. Ne denizde yakamozlar, ne de gökyüzünde yıldızlar vardı. Zifiri bir karanlıkta bir süre oturdu. Kalktı söylediğini içmeden. Metro durağına gitti. Her zaman buluştukları istasyonda on, on beş dakika bekledi. Gelmeyeceğini bile bile…

Ne yapacağını bilemiyordu. Kanatları kırık bir kuş gibiydi. Helin’le birlikte yürüdükleri yolda yürüyordu. Bir hafta önce yaşadıkları tatsız bir olayı anımsadı. Helin o gece sohbet tatlı olunca içkiyi fazla kaçırmıştı. Yolda yürüyerek gidiyorlardı. Muhsin, canım dediği kadın daha rahat etsin diye eliyle başını omzuna yakınlaştırdı. O anda bir çığlık, yolda beni öpmeye çalıştın. Beni o kadar basit mi görüyorsun? Muhsin ne diyeceğini bilememişti. Öyle bir şey olur mu canımın içi? Helin birkaç kez bunu söyleyince susmuştu. Ertesi gün gerçeği öğrenince Helin önce gülümsemiş, bir süre susmuştu…

Muhsin de aynı gece yaşadığı hoş olmayan bir olayı anlatmıştı.

-Seni bıraktıktan sonra iki gencecik bekçi yanıma geldi. Kadını mı rahatsız ettiniz. Hayır, dedim. Bereket o sırada sen arayıp eve girdiğini söylemiştin. Bekçiler, öyleyse kadın niçin bağırdı, çığlık attı, dediler. Rahatsız etsem beni arar mıydı? Tamam abi, anlaşıldı deyip yanımdan ayrıldılar. Anlayışlı çocuklardı. Ya beni karakola götürselerdi.

Helin bunu duyunca üzülmüştü. Sonra da işi şakaya vurmak istemişti.

-Gençliğinden beri alışıksın karakollara, deyip gülmüştü. 

Üzülmüştü de içtenlikle özür dilemiş. Bir süre susmuş, dakikalarca konuşmadan yürümüşlerdi.

Anılardan sıyrılmıştı Muhsin. Karanlık yolda yürürken kendini alış veriş merkezinde bulmuştu. Müzik sesi geliyordu. Alış veriş merkezinin bahçesinde konser alanında yine müzik şöleni varmış. Öyle yazıyordu büyük pankartta. Yunan müzik grubu Yunanca, Türkçe karışık şarkılar söylüyordu. Alana iyice yaklaştı. Gözlerine inanamadı. Tüm izleyicilerin yüzünde Helin’in tanımsız, güzel yüzünün maskesi vardı.

Bir ara avazı çıktığı kadar bağırdı.

-Ben maske değil, Helin’in gerçeğini istiyorum.

Bunu kimse duymadı. Çığlıklar bazen sadece atan duyar. Başkalarının umurunda olmaz, duymazlar bile…

Sahnedeki solist kız, Telgrafın Tellerine Kuşlar mı Konar, türküsünü söylüyordu. Çaldığı çalgının üstüne kapanmıştı. Sesi de yabancı değildi. Bir bölümü Yunanca bir bölümü Türkçe seslendiriyordu. Ne güzel okumuştu türküyü. Hele şu dizeler unutulur muydu? Herkes sevdiğine böyle mi yanar…

Türkü bitince koşar adım sahneye çıktı. Solist kızın başını kaldırdı.

-Sen Helinsin…

Solist kadın başını kaldırdı.

-Ben Helin değil, Helen’im Yunanlıyım…

Muhsin, Helen’in yüzündeki maskeyi görünce kadına hak verdi.

-Helin maske takmaz, hiç takmadı. Haklısınız… Bağlama çalışınız aynı, sesiniz de aynı, tonlamalar vurgular, hiçbir farkınız yoktu.

Helen:

-Ben bağlama çalmıyorum, benim çaldığım alet buzuki. Yunan çalgısıdır. Gitar bağlama arası bir çalgıdır. Dünyadaki her kadının sesi bu türküyü, bu dizeyi söylerken aynı çıkar. Tonlaması, yakarışı, haykırışı aynıdır. Sesimi Helin’in sesine o yüzden benzettin. Herkes sevdiğine böyle mi yanar, haksız mıyım Muhsin bey… Erkekler de aynı şekilde yanmalı sevdiğine, ne dersiniz?

Muhsin:

-Evet öyle yanar, erkekler de aynı şekilde yanmalı, benim gibi…

İndi sahneden, alış veriş merkezinin sanat sorumlusu karşısındaydı.

-Size bir sürpriz yapalım istedik…

Muhsin, sesini yükseltmese de hoşnut kalmamıştı yapılandan.

-Maskeyle sürpriz olmaz. Helin olsaydı belki de…

Dışarıya çıktı. Yıldızsız gökyüzüne bakıyordu. Helin’in iri gözleri yine asılıydı gökyüzüne…

Muhsin’in sesi titriyordu. Çaresizliğin girdabına kapılmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu.

-Ben ağlamak istiyorum, ağlayacağım. Gözyaşlarımın üstüne bir yelkenlide yola çıkıp pupa yelken sana ulaşacağım. Bekle beni Helin…

Bir cevap yazın