Hep böyle olurdu. Söz verdiği için erken kalkar, söz verdiği için erkenden yola düşer, arkadaşlarını bekletmemek adına acele ederdi. Erkenden durağa iner, kendisine göre geç gelen otobüsü ya da minibüsü beklerdi. Onca acelesine rağmen geldiği buluşma noktasında birileri beklenir, beklenen gelmezdi de bazen. Arabaya binilir, yola düşülür, ben niye buradayım sabahın köründe pişmanlığı yaşanırdı bir süre. Sonra da iyi ki buradayım mutluluğu yaşanırdı. Araç ana yoldan çıkıp köy yollarına sapınca bütün kötü enerjisi yok olurdu.
Bu sabahta aynı duyuları yaşamıştı hem de fazlasıyla. Aceleyle gelmiş, buluşma saati geçmiş, beklenen iki bayan salına salına teşrif etmişlerdi. Sanki teşrif etmişler de onur vermişler havasındaydılar. Özellikle bir tanesi dikkatleri üzerine çekiyordu. Yeşil, ökçeli bir bot giymişti. Asker yeşili çok şık bir pantolon ve aynı renkte bir gömleği vardı. Konser bileti almışken birden fikir değiştirip dağ yürüyüşüne gelmişlerdi sanki.
Otuz yaşlarındaydı ikisi de. Yanındaki bayan daha sade giyinmişti. Ayağında da yürüyüşe uygun botlar vardı. Önce koltuklardan şikayete başladı yeşilli bayan. En çok konuşanda oydu. Güneşli taraf olmasından, camların kirinden, koltukların rahat olmamasından şikayet etti. Arkadaşı alttan aldıkça o konuştu. Sonra: Bu arabada müzik yok mu? diye sordu. Çantasından bir flaş bellek çıkarıp şoföre verdi. Otuz kişilik arabada yalnızca o vardı sanki. Flaş bellekten yayılan müzik sabahın o saatinde dinlenecek en son müzikti. Aklına “kir teorisi” geldi. Dünya nasıl kirlenmişti böyle. Önüne gelen kötü şiirler yazıp bastırmış, önüne gelen kötü romanlar yazmış bastırmıştı. Yayıncılar edebiyatı üç kuruşa satmışlardı. Kötü filmlerle dolan sinemalar seyirci bulmuş, kötü diziler izleyici rekorları kırmıştı. Müzikte de aynı kirlilik ortaya çıkmış kötü müziklerin yanı sıra ağıtlarla göbek atan insanlar doldurmuştu ortalığı. Kirliliğin bir ürünü de yanlarındaydı şimdi. Neyse ki kahvaltı yapılacak köye gelmişler ve o eziyeti çok çekmemişlerdi. Asi ve Semra. Birbirlerine hitaplarından anlaşıldı isimleri. Yeşil botlu olanı Asi, diğeri Semra’ydı. Semra, esmer anlamında olsa da kar beyazı bir yüzü ve teni vardı kadının. Uzun saçları, parlak kahverengi gözleri, boyasız ama renkli dolgun dudakları ile güzel bir kadındı. Arkadaşlarının davranışlarından rahatsız olduğu hissediliyordu. Asi tam tersiydi. Kendinden başkası yoktu sanki dünyada. Biri ne kadar inceyse ötesi aksine kabaydı.
Yürüyüş başlarken kafile başkanı: “Hanımefendi bu ayakkabılarla mı yürüyeceksiniz? İnşallah başka ayakkabınız vardır. Bunlarla yürümeniz tehlikeli olabilir” dedi. “Yok ben yürürüm. Bende sporcu ruhu ve vücudu var. Siz hiç merak etmeyin” diye cevapladı kadın. “Siz bilirsiniz, ben sıkıntı olmasın diye söylüyorum. Dilerseniz arabayla devam edebilirsiniz.” “Yok, merak etmeyin hiçbir sıkıntı olmaz.” “Peki o zaman siz bilirsiniz.” Parkur orta dereceli olmasına rağmen ilk dakikalarda başladı sıkıntı. Botların tabanı geniş olmadığı için yürümekte zorlanıyordu kadın. Parkur inişli çıkışlıydı. Bir saat kadar yürüyüşten sonra arkadan bir feryat yükseldi: “Ayağım, ayağım, ayağıma bir şey oldu!” Olan olmuş, kadın düşmüştü. Ayağında ciddi bir sıkıntı olmalı ki üstüne basamıyordu. Gruptaki doktor arkadaş durumun ciddi olduğunu söyleyince iki arkadaş kadını köye indirme görevini üstlendi. Köye ambulans istendi. Semra ve iki arkadaş ayaklarını yerden keserek bin bir zorlukla taşıdılar kadını. Kadın kendini suçlayacağına parkura bahane buluyordu durmadan. Kan ter içinde köye indiklerinde ambulans gelmişti. İlk müdahalenin ardından Semra ve Ahmet ambulansla hastaneye gidecekler, Mehmet arkadaşlarını bekleyecekti. Asi’nin sızlanmaları bitmezken Semra özür dileyen gözlerle bakıyordu Ahmet’e. Hastaneye vardıklarında Asi röntgene gönderildi direk. Ayakta kırık vardı, alçıya alınacaktı. Ahmet’le Semra yalnız kaldıklarında Semra: “Özür dilerim, arkadaşım böyle işte.” “Siz neden özür diliyorsunuz? Bile bile kırdı ayağını. Hem siz nasıl katlanabiliyorsunuz bu kadına?” “ Teyzemin kızı, teyzem ölmeden önce bana emanet etti Asi’yi. Söz verdim teyzeme.” Bunları söylerken yüzü kızarmıştı Semra’nın. Ahmet şaşkınlıkla baktı kadına. Asi’yi herkes çekemez, taşıyamazdı. Ölen teyzesine verilen sözle çekiyordu demek. Saygıyla karışık bir sevgi duydu yüreğinde. Gözlerine bakarak söylediklerine kendisi de inanamadı: “Ben sevdim teyzenizin kızını, ona borçlu hissediyorum kendimi.” “Nasıl yani?” “O, bu kaprislerle ayağını kırmasaydı sizi tanıyamayacaktım. Sayesinde tanıştık. Umarım iyi arkadaş oluruz.” Semra’nın yüzü pembeleşti yine. “Umarım.” Asi’nin alçısı takılmış, ağrı kesiciler sayesinde ağrıları gitmişti. Telefonunu açtı ve Facebook’a yazdı: “Ayağımı kırdım, kimse ilgilenmedi.”
Semra ve Ahmet önce çok iyi arkadaş sonra sevgili oldular. Asi’yi birlikte taşıyorlar. Kaprismiş, olsun varsın.