CEMAL ATAMAN
“Fabrikamızdan emekli Hikmet Dildar vefat etmiştir. Cenazesi yarın ….. camisinden öğle namazını müteakiben kaldırılacaktır…” Fabrikanın sayfasında gördüğü bu duyuru onu ta eskilere götürdü. Hikmet ağabey, okula başladığında “kalemi sağ eline al” diye sol eline vuranlardandı. Yani çok yakın bir komşu ağabeydi. O zamanlar sol elle yazmaya izin verilmezdi. Belki de ondandı yazısının kötülüğü. Solakken sağ elle yazmaktan.
Uzak bir şehir sayılmazdı. Doğup, büyüdüğü, Hikmet ağabeyin vefat ettiği şehir. Gitmeli miydi? Evet, evet gitmeliydi. Hem belki Şükran’ı da görürdü. Şükran gittiğinde lisede bile değildi henüz. Ne yapacaklarını, nasıl kurtulacaklarını bilememişlerdi. KaraBaba. Şürkan’ın Kara Babası. Bağnazlık, yobazlık abidesiydi adam. Çalıştığı kurumdan bile kovdurtmuştu kendini. Şükran’ı ve Şerife ablayı iki kardeşe gelin ediyordu. İzmir gibi aydınlık bir kente ama nereden bulduysa kendisi gibi kara adamlara.
İlkokulda dördüncü sınıftan beşinci sınıfa geçmişlerdi. Okulun ilk günü çok sevdikleri öğretmenleri yakın bir okula tayin edildiğini söylerken hem kendisi ağlamış hem onları ağlatmıştı. O gittikten sonra daha ağlamaları geçmeden altı arkadaşıyla birlikte öteki sınıfa gönderilmişlerdi. Yeni öğretmen sürekli ağlamalarına sinirlenmiş, öğretmenimizden ayrıldık, arkadaşlarımızdan ayrıldık diyenleri eski sınıfa göndermişti. Sıra kendisine geldiğinde yan sıradaki komşu kızı Şükran: “Gitme” demişti. Öğretmenin: “Sınıfına gidecek misin?” sorusuna “Hayır” demişti. O an sanki hepsinin kalbini kazandığı an olmuştu.Şükran kara saçlı, esmer tenli ama dünyaya koyu yeşil gözleriyle bakan çok güzel bir kızdı. Uzun saçlarını ikiye ayırıp örerdi. Siyah önlüğü güneşten kırlışmışsa da her zaman temizdi.
Şehirler arası otobüste iki numaralı koltukta giderken otobüsün radyosundan bir kadın sesi bütün içtenliğiyle “anlamazdın anlamazdın” şarkısını söylüyor. Sanki Şürkan sesleniyordu. Gerçekten anlamamıştı o ilgiyi, o sevgiyi yıllarca. Okul yılı boyunca Şükran hep onu savunmuş, hep onun yanında olmuştu. Hatta bir keresinde bir kızla dövüşe bile girmişti. Babası onu ortaokula göndermedi. Annemin, babamın ikna çabası; öğretmenimizin ziyareti, ricası etkilemedi karababayı. Şükran hergün bizim eve gelirdi. Terzilik yapan anneme yardım ederdi. Annemler evde yokken de gelirdi. Ben, dışarı çıkıyorum derdim. Çıkardık. Bir gün: “arkadaş olalım” deyince “biz zaten arkadaşız” dedim. Gerçekten Şükran arkadaşımdı benim. Bir gün Şürkan ağlayarak eve geldi. –“Beni ve ablamı evlendiriyorlar. Ben istemiyorum” dedi. Gözyaşlarıyla ıslanmış yeşil gözlerinde acı ve umutsuzluk vardı. Yüreğimde bir kızı hissettim o an. Şükran gidiyordu. İlk defa sarılıp ağladık. O an hiç aklımdan çıkmadı. Ne zaman Şükran’ı düşünsem o an gözümün önene gelir. Tanrı, çaresizliğin fotoğrafını çekiyordu sanki. Ben, hiçbirşeyi olmayan bir öğrenci. O, elinden birşey gelmeyen, kaderiyle savaşamayan bir kız. Günümüz yasalarına göre cezalandırılması gereken bir karababanın kara kaderli kızı. Şükran gelinliğini bizim evde giydi. O zamanlar şimdiki gibi her sokak başında kuaför yoktu. Karababanın gelin saçı ile ilgisi ve harcanacak parası da yoktu. Annem kuaförlük yapıp şekillendirdi Şükran’ın saçını. Şükran’la bizim evde vedalaştık. “Hoşçakal” dedi. Elimi sıktı, gözlerimi ve dünyamı yeşile boyadı otuz saniyeliğine. Hem de gözyaşından sırılsıklam bir yeşile. Onu bir daha göremedim.
Otobüsten inince, sözü edilen camiyi buldum. Vakit erkendi. Kahvehanede beklemeye karar verdim. Düşününce evin yakınlarda olabileceğini, kahvehanede birilerinin bilebileceğini tahmin ettim. Gerçekten bilenler vardı. Çok uzak değildi. Evin karşına bir taziye çadırı kurulmuş; doğru oraya yöneldim. İbrahim ağabey oradaymış. Çok yaşlanmış. Beni tanımadı önce. Kendimden, anne babamdan söz edince hatırladı. Onun küçüğü Ahmet ağabey oralardaymış. Osman ağabey vefat etmiş. Kemal ağabey alzheimer olmuş. Şerife abla hastaymış. Fatma gelmiş, buralardaymış. Fatma en küçükleriydi. Sonra evin önüne gittim. Yengeye başsağlığı diledim. O da tanımadı beni. Aslında ben de sokakta görsem tanıyamazdım. Annemi söyleyince hatırladı. Annem, babamla ilgili güzel sözler söyledi. Cenaze arabası geldi. Evin önünde dualar okundu. Helallikler verildi. Camiye yürüyerek gittim ben. Cami önünde beklerken bir hanımın ismimi söylediğini, burada olup olmadığımı sorduğunu gördüm. “Benim” dedim. Fatma’ymış. Yaşlanmış, hastaymış, dizleri tutmuyormuş, fazla ayakta duramıyormuş. Teşekkür etti. Beni gördüğüne sevindiğini söyledi. Hiçkimse Şükran’dan söz etmiyordu, Şükran’ın adı anılmıyordu. Ölmüşmüydü yoksa? Sordum: “Şükran ne yapıyor? Nasıl, neden gelmedi?” Şükran, dedi İsviçre’de. Onlar FETÖ’ye bulaşmışlardı. İsviçre’ye kaçtılar. Enişte bulaştı. Ablamın şuçu yok ama o da gitti işte. Şükran’ın bir yerlerde nefes alıp verişine sevindim ama başına gelenlere de üzüldüm. Sonra mezarlık görevimizi yaptık. Vedalaştım oradakilerle.
Fabrikanın sayfasında İbrahim Dildar’ın vefat haberini gördüm geçenlerde. Gitmeye güç hissetmedim kendimde. Nasılsa Şükran da gelemeyecekti. Şükran İsviçre’deydi. Karababanın bulduğu karaadamlar Şükran’ı da FETÖ’ye bulaştırmışlardı. Şükran’ı bir daha hiç göremeyecektim.